Yahyâ Medenî’nin yazısı
(İlâhiyatçı-Yazar)
Kâinatın yaratılışından, ilk insan ve ilk peygamberin dünyaya gönderilmesinden beri din mefhumu vardır. İnsanın olduğu her yerde ve her devirde din de var olmuştur ve dine ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü insanı yaratan Allâh insan fıtratına, ruhuna ve ondaki manevî cihazlara, duygulara din hakikatine olan arzu ve meyli de yerleştirmişti. Bundandır ki tarih boyunca insanoğlu bir şeye inanma, ondan medet umma ve ona tapma ihtiyacı hissetmiştir.
Din vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Onun için ilk insan peygamber olarak gönderilmiştir. Tâ ki dini hayata hâkim kılmak ve dinin yani yaratıcının emirleri doğrultusunda yaşamak ve gerçek saadeti bulmak için. İnsan bedeni havaya, suya, ekmeğe muhtaç olduğu gibi, ruh ve kalb de dine muhtaçtır. Mide gıdasını istediği gibi akıl, kalb, ruh ve insandaki manevi duygular da gıdalarını isterler. Kalb ve ruhun gıdasız kalması sonucu insan hayatında ne tür ruhsal ve psikolojik hastalıkların ve sorunların ortaya çıktığı malum.
Nefsin her istediğini yapan, her çeşit lezzete koşan, bütün hissiyat ve duygularıyla dünyaya yapışan insanın sadece cesede ve bedenine ağırlık verip, manevî cihazlarını/duygularını ihmal etmesi neticesinde maruz kaldığı sıkıntı ve sorunları müşâhade etmemek mümkün değil. Evet insan sadece cisimden, bedenden ibaret değil. İnsanda kalb ve ruh gibi çok kıymetli manevi duygular da gıdalarını, rızıklarını isterler. İnsan iki yönlü, iki kanatlı. Maddî-bedenî ciheti karşısında manevî-rûhî ciheti de var. Kuş tek kanatlı uçamayacağı gibi, insan da bu hayatı ve ondan sonraki ebedî hayatı sadece maddî yönüyle kazanamaz ve muhafaza edemez. İki dünyanın saâdeti ve temini bu iki kanat ile; yani maddi duyguları, bedeni beslediği gibi, ma’nevî duyguları da beslemeli ve doyurmalı.
Asrın müceddidi, söz sahibi ve sosyoloğu Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati çok veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” 1
Evet insan maddi ve manevi olmak üzere iki yönlüdür. İnsanı hakiki insanlık mertebesine çıkaran, bütün kâinata sultan yapan, âyetin ifadesi ile yeryüzünde insanı Allah’ın halifesi yapan insanın kalbinin, vicdanının, manevî duygularının gıdası olan imandır, dindir ve dolayısıyla din ilimleridir. Zaten insanı diğer tüm mahluklardan ve hayvanlardan ayıran en mühim nokta da bu değil midir?
Dine muhtacız. Çünkü hayatımızın hamuru dinle yorulmuş, kimlik ve kişiliğimizi onunla bulmuşuz. Çünkü insanın bu dünyada en büyük dayanak ve medet noktası dindir.2 Yaratılışı gereği son derece âciz ve zayıf olan insanoğlu bu dayanak noktası olmazsa hayatın bin bir türlü sıkıntı ve belalarına karşı mukâvemet edemez. Ölüm, hastalık, yoksulluk ve her türlü bela ve musibetin altında ezilir. Dünyâ ve ahireti de zelîl ve perişan olur.
İnsanlık bedeviyetten medeniyete, ilkel toplumdan modern topluma geçmekle dine olan ihtiyaç ortadan kalkmamış, bilâkis dine olan ihtiyaç daha da ziyadeleşmiştir. Çünkü ferdden aileye, aileden topluma, toplumdan devlet idaresine kadar hayatın her alanında hakiki adâlet ve saâdeti, nizam ve intizamı tanzim eden dindir ve dinin emir ve yasaklarıdır.
Hutbe-i Şâmiye eserinde belirtildiği gibi, kimin kalb ve vicdânında îmandan ve hak dinden gelen hakikat çekirdeği bulunmazsa ve dayanak noktası olmazsa, cesareti ve kuvve-i maneviyesi kırılır ve vicdanı tefessüh eder, kâinatın hadiselerine karşı esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne geçer. 3
Yine İslâm âleminin hastalıklarının, geri kalmasının sebebleri, reçete ve çarelerinin zikredildiği Hutbe-i Şâmiye’de şöyle der imâm Bediüzzaman:
“Hem nev-i beşer, hususen medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. En dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten harici ve dahili düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakriyle beraber hadsiz ihtiyâcâta mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdâd noktası; yalnız ve yalnız Sâni-i âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..
Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî manevî kıyâmetler kopacak ve hayvânatın en bedbahtı, en perişanı olacak.” 4
Dine yabanî olan ve dinden uzaklaşan insanların ve bilhassa gençlerin maddî manevî enva-i çeşit sıkıntılara ve belalara, bunalımlara, ruhsal hastalıklara girdiğini, hatta intiharlara teşebbüs ettiklerini hayretle ve esefle görüyoruz ve onlara cidden acıyoruz.
Başkalarının günahına ağlayan, bağrı yanık gözü yaşlı üstad Bediüzzaman gençlere şöyle nasihat ediyordu:
“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle (farzlarla) zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”5
Adâletin bütünüyle gerçekleşmesi için de dine muhtacız. Çünkü “Her ferdin aklı, adâleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.” 6
“İcrâ-yı adâlet, din namına olmalı; tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükümetin cezasından korkar -eğer tahakkuk etse- Nâsın itabından çekinir, -eğer tebeyyün etse-.”7
Adâlet de din namına, Allah hesabına yerine getirilmeli, tâ ki akıl, kalb ve ruh etkilensinler ve samimi bir şekilde kabul edip uysunlar. Yani insanın kalbine ve aklına evvela Allah korkusu ve samimiyet duygusu yerleştirilmeli ki, o insan tek başına kalsa da bir günah ve zulme meyletmesin. Eğer kalbde ve akılda manevî bir polis, yasakçı olmazsa o insan ‘ne de olsa hükümetin ve devletin memurları, polisleri beni görmüyorlar’ deyip gizliden gizliye her türlü günahı, zulmü ve haksızlığı yapacak. Her insanın başına bir polis dikmek mümkün değil; ama din terbiyesi ile iman sayesinde her insanın kalbinde ve aklında manevî bir yasakçı bulundurulabilir.
Yine toplumsal sorunları bir sosyolog gibi müthiş analiz eden ve dünyevî saadetin dahi yollarını öğreten ve gösteren üstad Saîd Nursî (rh) der: “Demek hakiki adâlet ve te’sirli cezâ odur ki; Allah’ın emri namiyle olsun. Yoksa te’siri yüzden bire iner… Saâdet-i beşeriye dünyada adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.”8
Ferd ve cemiyet hayatını düzene sokma; his ve duyguları kontrol altına alma, müsbete kanalize etme; insan hak ve hürriyetlerini, şeref ve haysiyetini muhafaza etme, hakiki adaleti icrâ ve te’sis etme, insanları kalben ve ruhen tekâmül etme yönünden din kadar insanlar üzerinde etkili olabilen başka bir güç yoktur.
Dinin insanları iyiye, güzel ahlâka ve doğrula sevk ettiğini her ehl-i vicdân ve insaf kabul eder. Dinin bütün emir ve yasaklarında ferd ve toplum için bir fayda vardır. Zaten dinin gâyesi insanları doğru yola iletmek, adâlet ve saâdeti temin etmektir. Her türlü cehâleti, zulmü, istibdâdı ve pisliği ortadan kaldırmaktır.
Dine sımsıkı sarılanlar sadece âhiretlerini değil, aynı zamanda dünya saâdetini de kazanmış olurlar. Esâsen din, iki dünya mutluluğunu temin eder ve kazandırır. Onun içindir ki Bediüzzaman hak dinin, saâdetin fihristesi olduğunu söyler.9 Dini kemâlin cemâli, saâdetin ziyası, hissin ulviyeti ve vicdânın selâmeti olarak görür.10
Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda müslümanların dinlerine bağlandıkları ölçüde ilerlediklerini, zaaf gösterdikleri ölçüde de geri kaldıklarını görüyoruz. Buna en canlı şahid, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir.11 Başka din mensubları ise tam tersi dinlerine kuvvetle bağlandıklarında vahşete gömülmüş, zaaf gösterdiklerinde de medenileşmişlerdir.12 Evet, “Avrupa dinine mutaasıb olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk ettiğinde medenileşti.”13
Geri kalmışlığımızın en mühim sebebinin dinimize riâyetsizlik olarak gören Bediüzzaman, düzeni sağlayan ahlâkı güzelleştirmeye muhtaç olduğumuzu, ahlâkı güzelleştirmenin de din ile olacağını şöyle ifade ediyordu: “Dünyada tedennîmizin sebebi, dinimize riâyetsizliktendir. Hem de intizam-ı idareden ziyade tehzib-i ahlâka muhtacız. Mühezzib-i ahlâk da dindir. Dünya için din ihmal olunmaz. Biz vatanı din ve Harameyn için severiz. Dünyayı da din için îmar edeceğiz.
لاَ خيرَ فى الدُّنيا بِلا دِينٍ (dinsiz dünyanın hiçbir hayrı yoktur)14
Bediüzzaman şarkın hissiyatına özellikle dinin hâkim ve âlem-i İslâmı uyandıracak, zilletten kurtaracak hissin din olduğuna, devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsâdemelere rağmen, yine o hissin muhafaza ettiğine dikkat çeker.
O, bu düşüncesinde öylesine ısrarla ısrarlıdır ki, ehemmiyetine binaen, yeri ve zamanı geldikçe üzerine basa basa bu gerçeği vurgulamayı bir vazife bilir.
Şâm’da 1911 senesinde Emevî Câmii’nde okuduğu ve sonradan kaleme aldığı meşhur Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde de şarkı akıl ve felsefenin değil, ancak dinin ayağa kaldıracağına dikkat çekmişti: “Kader-i ezelî ekser enbiyâyı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saâdet ve Tâbiîn bunun bir bürhân-ı kat’îsidir.”15
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi önemine binaen aynı nasihatı Bediüzzaman birinci meclis Meclis-i Meb’ûsan’da M. Kemal’in de içinde bulunduğu umum vekillere karşı şöyle dile getiriyordu:
“Enbiyânın ekseri şarkta ve hükemânın (filozofların) ağlebi ğarbta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvâfık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebâen mensûr gider veya muvakkat sathi kalır.”16
Bediüzzaman yıllar sonra aynı nasihatı ve îkazı C. Bayar’a ve başvekil A. Menderes’e de yapacaktı.17
Din yalnız vicdana, câmiiye, evlere ve medreselere hapsedilemez. Din hayatın her yerinde olmalı ve hayatın her merhalesinde, ânında, alanında, makamında dine ihtiyaç vardır. Dinin gayesinin insanı doğruluğa, güzel ahlâka sevk etmek, adâlet ve saâdeti temin etmek, huzur ve mutluluğu elde etmek olduğunu ifade etmiştik. Dini hayattan koparamazsınız. Din hayatın içinde ve hayatın ta kendisidir. İnsanın doğumundan ölümüne kadar hayatın her safhasında din vardır, dinin kâide ve öğretileri kendisini gösterir.
‘Cibril hadisi’ olarak bilinen bir rivayete Hz Cebrâil (as) insan suretinde Hz Peygamber’in (asm) yanına gelip ‘Îman, İslâm ve İhsan nedir?’ diye sorar.18 Peygamber Efendimiz bu kavramları bir bir izah eder. Hadiste geçen ‘iman’ dinin inanç boyutunu, ‘İslâm’ ibadet ve muâmelât (sosyal ve toplumsal ilişkiler) boyutunu, ‘ihsan’ ise dinin ahlâk boyutunu oluşturur. Bu hadiste ifade edildiği gibi dinin sadece vicdanlara gizlenen bir duygudan ibaret olmadığını, dinin hayatın her alanına yansıyan bir yönü olduğu gerçeğini gösterir.
Denizli mahkemesi müdafaasında savcı, Bediüzzaman’a dinin makamı ve yeri vicdandır, hükme, kanuna bağlanmaz dediğinde Bediüzzaman şöyle cevap verir:
“Makam-ı iddiâ, Risâle-i Nûr’un içtimâî derslerine ilişmek fikriyle: “Dinin tahtı ve makamı vicdandır; hükme kanuna bağlanmaz. Eskide bağlanmasıyla içtimâî keşmekeşlikler olmuştur.” dedi. Ben de derim ki: “Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimâiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men’etmek için yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde; her hânede, belki herkesin yanında dâima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler.”19
Toplumsal hayatın saâdetini bozan ve zehirleyen adam öldürme, zina, hırsızlık, içki, kumar vb. büyük günahları işleyenleri ondan men’etmek için yalnız hapis korkusu veya devletin polisi yeterli mi? O zaman her evde ve herkesin başında bir polis bulundurulmalı, ki bu da mümkün değil. İşte bütün bunlardan men’eden ancak din duygusunun kalblere konulmasıyla mümkündür.
Dinin meselelerini terk ve dünyaya feda edilmesinin, zarardan başka hiçbir faydası olmadığını ve milletin, toplumun esasen en büyük hastalığının din ve iman zayıflığı olduğunu Dîvân-ı Harb-i Örfî eserinde şöyle ifade ediyordu:
“Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdâdı muhafaza için vaktiyle mesâil-i şerîat rüşvet verilirdi. Dinin mes’eleleri terk ve feda edilmesinden zarardan başka ne faydası görüldü. Milletin kalb hastalığı za’f-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.” 20
Yine Lemeât eserinde “Din ile hayat kâbil-i tefrîk olduğunu zannedenler felâkete sebebdirler.”21 der. Din hayatın içinde. Din hayatı tanzim için, tekmil (tamamlamak) için gelmiştir. İnsan tek başına yaşamıyor ki. Cemiyet içinde yaşıyor. İslâmiyet sadece vicdana hükmetmiyor. Zekât, sadaka nedir? Toplumu ilgilendiren içtimâî bir ibadet değil mi? Zengin ile fakir ve akraba arasındaki kuvvetli bir bağ değil midir? Bundan dolayı hadislerde zekâta ‘İslâmın köprüsü’ denilmiştir. Hacc’ın İslâm âleminin adeta bir kongresi olduğunu, müslümanların görüşme, tanışma, istişare içinde olma, alışveriş ve yardımlaşma içerisinde olma, İslâm siyaseti yani müslümanların ittihad ve ittifak içerisinde idaresi noktasında vb. çok ehemmiyetli hikmetleri ve vazifeleri olduğunu nazara verir.22 Ama maalesef Hacc’ın bu mezkur manaları tahakkuk etmediği içindir ki âlem-i İslâm bugün zillet ve perişaniyet içerisinde bulunmasına sebebiyet vermiştir.
Uyan, Ey Âlem-i İslâm! Mevcûdiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört el ile sarıl, yoksa mahvolursun!..
Dinin emirlerine sırt çevirmek, din ile hayatı ayırmak ve ayrı ayrı görmek, dine karşı lâkayd kalmak, maddeten ve manen geri bırakmakla kalmaz, bir çok felâketleri de beraberinde getirir. Dinden uzaklaşmak en büyük felâkettir ve tedavi edilmesi gereken en büyük hastalıktır.
Merhûm M. Sıddık Şeyhanzâde (Dursun) Ağabeyimiz şu vecizeyi çok terennüm ederdi:
“Din hayatın hayatı, hem nûru hem esası. İhyâ-yı din ile olur, şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.”23
Din hayata hayat, hem hayata nur ve rehber, hem hayatın esası ve temelidir. İnsanlığın kurtuluşu, İslâm milletinin dirilmesi, kemâl bulması, dinin insan hayatında hayat bulmasına bağlıdır. Din, müslümanların hayatını idâme ettiren bir ruh gibidir. Nasıl beden ruhsuz yaşayamaz, ayakta kalamazsa, âlem-i İslâm da dinsiz yaşayamaz ve varlığını devam ettiremez.
“İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir. Hayat-ı din, nûr-u hayattır.”24
Bir toplumda, bir millette din güçlü ve diri bir şekilde yaşanıyorsa ve o toplumda ve millette din hâkimse, o toplum o millet güçlü ve diridir. Din bir toplumda bir millette zayıf ve etkisiz kalıyorsa, o toplum o millet ölü ve güçsüz demektir. Dinin insan yaşamında etkili ve canlı olması, insanın hayatı anlama, hayatın sorun ve sıkıntılarını çözümlemesinde en önemli bir rehber, yol gösterici bir ışık gibidir. İslâm/din nûru olmadan hayatı ve hayata dair sorunları, mes’eleleri çözemeyiz.
Doğuştan ölüme kadar hayatın içindeyiz. Çocuk terbiyesi, âile ve toplum saâdeti, muâmelât, alışveriş, ticâret ahlâkı, insanî ilişkiler, tâ devletin idaresine kadar bütün bu esaslar İslâmın, dolayısıyla dinin ibâdet ve ahlâk boyutunu oluşturmuyor mu?
Doğru-yanlışı, helâl-haramları, fayda-zararı belirleyen şerîat yani Kur’ân-Sünnet, yani din değil midir?
Kısacası Bediüzzamân, bütün kurtuluşumuzu Kur’ân ve sünnete yapışmakta bulur ve her vesileyle tekrar eder:
“Azâmetli bahtsız bir kıt’ânın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihâd-ı İslâmdır.”
“Mâriz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur’ân’dır.”25
Evet asır hasta, insanlık hasta, kalbler yaralı ve hasta. Bütün bu hastalıkların reçetesi, ilacı, çaresi Kur’ân’a ve sünnete sımsıkı yapışmak ve dini hayata hâkim kılmakla ve yaşamakla mümkündür.
Bediüzzaman Muhâkemât eserinde müslümanların İslâmın kıymetini bilemedikleri için, İslâmın hayatlarından çıktığını ve ceza olarak da sefalete düştüklerini, kurtuluş için tekrar İslâma dönmeleri gerektiğini söyler:
“Şu fakir, garib Nursî ki, Bid'atü'z-zaman lâkabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bediüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten (milletin perişan olmasından) ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü (özünü) terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi (gizlendi, yok oldu).
Hem de hakkı var. Zira biz İsrâiliyâtı usûlüne (temel meseleleine) ve hikâyatı akaidine ve mecâzâtı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te'dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.
Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn!.. Geliniz, ona tarziye (özür dileme) vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakatı uzatacağız, biat edeceğiz. Onun habl-ül metinine (sağlam ip/Kur’ân) sarılacağız.”26
Son olarak devlet ve hükûmet erkânına, siyasiyyûnlara, idarecilere birkaç hakikatı ihtar etmek ve tavsiyede bulunmak istiyorum:
- milletin ve memleketin saâdetinin temini olan adâleti ikame etmek
- ekonomî sıkıntıları ve sorunları çözmek; zengin ve fakir arasındaki uçurumu ve kavgayı kapatmak (faizi yasaklamak)
- toplumun ana direği ve çekirdeği olan aileyi dağılmaktan engelleyip muhafaza etmek
- menfî milliyetçilik ve ırkçılığı ortadan kaldırıp, uhuvvet, muhabbet ve ümmetçiliği ikâme etmek
- anne-babasına, topluma, millete ve memlekete faydalı, edebli, ahlâklı ve bilinçli yeni bir nesil, gençlik yetiştirmek
- gençleri, aileyi, toplumu ve ahlâkı bozan zina, içki, kumar, hırsızlık vb her türlü fuhşiyâtı engellemek, tamir ve ıslah etmek
- kadın cinayetleri ve ölümleri, boşanmaları ve kavgaları minimuma indirmek ve ortadan kaldırmak
- devletin en küçük biriminden en büyük makamına kadar adalet, dürüstlük, liyâkat ve hakkı ikâme etmek
- her türlü anarşi ve terörü ortadan kaldırmak ve yok etmek
ancak ve ancak din eğitimi ve terbiyesi ile, yani dini hayatın her alanına koymak, yaşamak ve yaşatmak ile mümkündür.
Buna delil mi isterseniz: İşte Asr-ı Saâdet!
Evet, Cemil Meriç’in dediği gibi: “Hükümet, Nurslu münzevî’nin nasihatını dinleme zahmetine katlansaydı, memleket bugün bu hâlde olmazdı.”
“Evet, Millet-i İslâmiyenin sebeb-i saâdeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimâiyesi ve saâdet-i dünyeviyesi Şerîat-ı İslâmiye olabilir. Yoksa adâlet mahvolur. Emniyet zîr-u zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.”27
Ey Âlem-i İslâm!
Uyan, Kur’ân’a sarıl;
İslâmiyete maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol!
Dipnotlar:
1)İçtimaî Reçeteler 2, Münazarat s. 81
2)A.g.e, s. 40
3)A.g.e, s. 126
4)A.g.e, s. 101
5)Makam Tanzimli Sözler, s. 109
6)Makam Tanzimli Mektûbât, İşârâtü’l-İ’câz, s. 919
7)İçtimaî Reçeteler 2, Hutbe-i Şâmiye, s. 189
8)A.g.e, s. 129
9)Makam Tanzimli Lem’âlar, s. 302
10) İçtimaî Reçeteler 2, Münazarat s. 40
11) Makam Tanzimli Mektûbât, s. 342
12) İçtimaî Reçeteler 1, Sünuhât, s. 161
13) Makam Tanzimli Mektûbât, s. 342
14) İçtimaî Reçeteler 2, Makaleler, s. 284
15) İçtimaî Reçeteler 2, Hutbe-i Şâmiye, s. 122
16) Makam Tanzimli Lem’âlar, Mesnevî-i Nûriye, s. 873
17) Emirdağ Lâhikası 2, s.196-197
18) Hadislerle İslâm, c.1, s.363, Buhârî, Îman 37
19) Makam Tanzimli Şuâlar, s. 625
20) İçtimaî Reçeteler 1, s. 75
21) Makam Tanzimli Sözler, Lemeât, s. 685
22) İçtimaî Reçeteler 1, Sünuhât, s. 173
23) Makam Tanzimli Sözler, Lemeât, s. 686
24) İçtimaî Reçeteler 2, Hakikat Çekirdekleri, s. 173
25) A.g.e, s. 165
26) Makam Tanzimli Mektûbât, Muhâkemât, s. 649
27) İçtimaî Reçeteler 2, Hutbe-i Şâmiye, s. 127
(Not: sayfa numaraları Tenvir Neşriyât’a göredir.)