Sevdiğim, takdir ettiğim, çoğu düşüncesine bila-tereddüt katıldığım ve hemen hemen bütün yazılarını büyük bir merak ve iştiyakla okumaya çalıştığım değerli bir kalemin bir dergide çıkan “Dine Dair Ümit” başlıklı yazısını okuyorum. Şöyle başlıyor yazı:
“Din, dine dair ümitten ibarettir. Kurtarıcı, kurtarıcıya dair ümidin kendisidir. Maddesi ümit olduğu ve hakikati hep ertelenen kaldığı için din kalıcıdır. Kurtuluş, kurtarıcıda değil, beklemenin kendisinde gizlidir. Dindeki ümit, ümide olan inançtır.”
Aforizma tarzı anlam yüklü ifadeler hepsi. Düşünen her ‘dertli’ zihin benzer düşüncelere kapılmaktan alamaz kendini. Çoğunlukla dolgun ve olgun cümleler fakat temyiz yok, yargılar isabetsiz. Evrensel sosyolojik veriler içerisinden konuşursanız durum biraz öyle ama İslam’ın içerisinden konuşursanız öyle değil. Din, ümidi içerir ama tek başına ümitten ibaret değildir. Kurtarıcı, kurtarıcıya dair ümidi içerir ama ümidin kendisi değildir. Kurtarıcı o ümitten bağımsız olarak vardır çünkü. Olması lazımda. Ümidin kendisi kurtarıcının varlığında gizlidir. Ümit edilen şeylerin tahakkuku bir kurtarıcının varlığıyla mümkündür. Kurtarıcı, ümidin garantisidir. Aksi halde yalnız başına garantisiz bir ümidin, bir kuruntudan hiçbir farkı yoktur. Kurtuluş, kurtarıcının bizzat kendisindedir, beklemenin kendisinde değil. Çünkü kurtarıcısı olmayan bir beklemenin anlamı yoktur. Dindeki ümit, ümide olan inanç değil sadece, o din sahibinin doğru sözüne (va’dine) olan inançtır.
“Mehdi hep çok olmuştur, gelmediği için. Mehdi hiç gelmeyecektir ama hep beklenecektir. Mehdi beklentisi sahnesinde seyrettimiz aslında dinin bir bütün olarak hikayesidir. Dini, gerçekte ve gerçekten arayanların onu bulamaması bir tesadüf değil bir kaçınılmazlıktır.”
Mehdi hep çok olmamıştır, sahte mehdiler ve mehdiye benzer ‘mehdi-misal’ zatlar olmuştur sadece. “Mehdi hiç gelmeyecektir” iddiası karşılıksız ve temelsiz bir ‘ümit’ten ibaret olup tipik bir modernist söylemdir. Mehdinin gelmeyeceğine inanmakta herhangi bir beis yok, aynı şekilde geleceğine inanmakta da. Ama dinin (İslam’ın) macerasını mehdinin macerasına benzetmek -şayet sehiv eseri değilse- en hafif tabirle gaflettir. Biri asıl, diğeri usuldür çünkü. “Mehdi beklentisi sahnesinde seyrettimiz aslında dinin bir bütün olarak hikayesidir.” Ne demek bu? Mehdi hiçbir zaman gelmeyeceğine ve hep bekleneceğine göre dinin, yani İslam’ın vadettiği kıyamet, mahşer, diriliş, ahiret gelmeyecektir. Ama hep beklenecektir. Öyle mi? Bu cümlenin mefhum-u muhalifinden çıkan zorunlu sonuç bu. En vahim cümleye geliyoruz: “Dini, gerçekte ve gerçekten arayanların onu bulamaması bir tesadüf değil bir kaçınılmazlıktır.” “Dini gerçekte ve gerçekten arayanlar” onu neden bulmasın? Yoksa dini, “gerçekte ve gerçekten” değil de hayalde ve öylesine arayanlar mı bulur? “Gerçekte ve gerçekten arayanların” bulamaması kaçılmaz ise dini bulan hiç kimse yok demektir. “Dini gerçekte ve gerçekten arayanlar” onu bulur. Gerçekte ve gerçekten aramayanlar onu bulmaz/bulamaz. Hem -oryantalistler dahil- bu nazik saikler ile sahih dini arayıp da bulamayan kim var?
“Bu öyle bir ümittir ki boşta serpildiğinde bile kendi nesnesini yaratacak kudrette ve lüzumdadır. Çoğu kez dinin nesnesi beşeridir ve imalat tarihi bile tespit edilebilir bir niteliktedir. Zaten dini, inanılan şeyin sahihliğinde arayanlar hayal kırıklığı yaşarlar. İnsanların ekseri bu ısrarda bulunmaz ve bu sorunla karşılaşmaz. İhtiyacı da yoktur. Ancak bu ısrarda bulunanlar dini iddia edilen yerde aradıklarında bulamazlar.”
Bu cümlelerin neresinden tutmalı? Din, sade bir ‘ümit’ olduğuna göre “boşta serpilse bile kendi nesnesini yaratacak kudrette ve lüzumdadır.” , “insan tanrıyı ve dinleri yarattı” şeklindeki pozitivist inançla tam bir paralellik arz etmekte. Zaten sonraki cümle bu düşünceyi pekiştiriyor. Dinin nesnesi beşeri değil, ilahidir. Din inzal edilmiştir, imal edilmiş değil. Asıl cümleye geldik: “Zaten dini, inanılan şeyin sahihliğinde arayanlar hayal kırıklığı yaşarlar... Ancak bu ısrarda bulunanlar dini iddia edilen yerde aradıklarında bulamazlar.” Dinin (İslam’ın) sahihliği inanılan şeylerin sahihliğinden başka ne ki? Yani, inanılan şeylerin sahihliğinin ölçüsü o inancın kaynağı olan metinlerin sahihliğinden başka bir şey değil. Şimdi ben İslam’ın sahihliğini aramakta ısrar ediyorum ve bu amaçla onun sahihliğinin ölçüsü olan Kuran-ı Kerim’e gidiyorum, hayal kırıklığı mı yaşıyorum. Hayır. Bilâkis Müslümanların yaşantısının aksine ‘sahih’ İslam’ı orda buluyorum. Böyle soylu bir gaye taşıyarak Kuran-ı Kerim okuyup hayal kırıklığı yaşayan birisinin varlığına ihtimal bile vermiyorum. İslam’da inanılan şeylerin sahihliğini aramak amacıyla o inanılan şeylerin kaynağı olan Kuran-ı Kerim’e müracaat eden kaç kişi onları orada bulmadı? Zaten İslam’ı diğer dinlerden ayıran en başat özellik kaynağının (Kuran-ı Kerim) bozulmadan ‘sahih’ bir şekilde bize ulaşması değil mi? Hıristiyanlık gibi kaynağı sahih değilse inananların samimiyeti ne kadar fazla olursa olsun akl-ı selim nezdinde o dinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
“Peki din nerede yaşamaktadır? Din, inanılan şeyde değil inananların samimiyetinde yaşamaktadır. Yani inanılan şeyin olmayan doğruluğundan çok inanmadaki samimiyettir din ve dini yaşatan şey. Din ihlastır. …Dinlerin akla uygunluk iddiaları bu açıdan kulağı okşayan bir karşılıksız iddiadan ibarettir…” (M. Bilici, OT Dergisi, Eylül 2017'de özet hali)
Plasebo etkisi. Yani, sahte bir ilaca doğrudur diye samimiyetle inanırsan iyileşirsin. “Din psikolojik bir tatminden ibarettir” diyenlerle aynı kapıya çıkıyor, bu sözler. Aslında dini, nesnesi meçhul sade bir ümitten ibaret görmekle “afyon” olarak görmek arasında bir fark yok gibi. Din, inananların samimiyetinde değil, inanılan şeyde (Kuran-ı Kerim) yaşamaktadır. Samimiyet çok önemlidir ama tek başına yeterli değildir. Ondan çok daha önce samimiyetle inanılması gereken sahih kaynaklar önemlidir. Dini din yapan ve yaşatan şey, inanmadaki samimiyet değil, inanılan şeyin doğruluğunda yatar. Eğer tek ölçü samimiyet ise “hak” ve “batıl“ gibi ontolojik ayrımların hiçbir manası kalmaz. Hangi din mensubu kendi dinine samimiyetle inanmıyor ki! Böyle inanıyorlar diye bütün dinleri ‘doğru’ ve ‘sahih’ kabul edebilir miyiz? Samimiyet, bütün din mensuplarında olan insani bir duygu. Hatta Mekke dönemi putperestleri bile kendi inançların da olabildiğince samimiydiler. Evet din samimiyettir ama doğru sabitelere inanmak şartıyla. Böyle değilse eğer Kuran’ın samimi olan diğer din mensuplarını “müşrik”, “kafir”, “zındık”, olarak tesmiye etmesinin hiçbir manası olmazdı. Din aklı içerir ama akıl dini içermez. İslam akla uygundur ama her unsuru akıl ile ihata edilmez. Akıl üstüdür İslam, akıl dışı değil. Akıl-dışılık ile akıl-üstülük arasındaki fark ise fark-ı azimdir. Diğer dinleri bilmem amma İslam’ın akla uygunluğu “kulağı okşayan bir karşılıksız bir iddia” değil, serapa hakikattir.