Kur'an-ı Hakîm kitabımızdır. Sünnet ise pratiğimizdir. Mürşidimin Mirkatu's-Sünne ve Tiryak-u Marazı'l-Bid'a ismini verdiği 11. Lem'a'da sünnet-bid'a arasında kurduğu zıtlık, aslında ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bu meseleye bakışının da bir özetini oluşturur. Evet. Küfür doğrudan Kur'an'la mücadeleye tutuşmasından tanınabilecek birşeyken bid'a daha çok sünnetle girdiği kavgadan tanınır. Bu noktada Bediüzzaman'ın aynı bahiste yaptığı şu tanımını aktarmış olalım: "Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır."
İlginçtir: Mürşidim o bahiste farzları da sünnetlerden ayırmaz. Ya? Sünnetin içerisine dahil eder. Muhalefetlerini bid'a olarak görür. Çünkü bunlar sünnetin 'tek doğru' olduğu bölgeyi temsil eder. Nafilelerin bir kısmıysa sünnetin 'tek doğru' değil fakat 'en doğru' olduğu yerlerdir. Onları seçmek ahsendir. "Bugün dininizi kemale erdirdim..." ayetini de sünnet ve Kur'an birlikteliği içinde ele alan Bediüzzaman; "(...) kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir!" der. Yani ‘kemale eren’in içine sünneti de katar. Çok önemli bir uyarıştır bu bizler için. 'Âdâb' tabir ettiği kısım içinse daha yumuşak bir dil kullanır:
"Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, 'âdâb' tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir."
Görülüyor ki: Bid’a ehli bedbahtların arızası miras-ı nebevîyi 'beğenmemek' veya 'nakıs görmek'le başlar. Bir müslüman Aleyhissalatuvesselamın her sünnetine tastamam ittiba edemeyebilir. (Ki Bediüzzaman da aynı eserde bunun ancak ehass-ı havassa nasip olacak birşey olduğunu ifade eder.) Fakat onların 'en doğru seçim' veya 'olması gereken' olduğundan şüphesi yoktur. Olmamalıdır. Din ‘sünnetle’ tamamlanmıştır. Modernistlerin/ehl-i bid'anın bu ayet üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini iddia etmelerinin altı boştur. Eğer böyle anlaşılırsa, hâşâ, bizzat Kur'an bu ayetten sonra nüzulüne devam ederek abes işlemiş olacaktır.
7. Nükte'ye "Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın..." diyerek başlayan Bediüzzaman; 9. Nükte'de ise "Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak..." diye tarif ettiği hissedişle/inanışla mü'minin itikad ve muamelat dairelerindeki istikametli duruşlarını tayin eder. Tamam. Muamelatta tastamam sünnete ittiba edemeyebilirsin. Ama itikadda onlara taraftar olmak, onların doğruluğuna iman etmek, 'olması gerekenin o olduğunu düşünmek' İslam akaidinin bir parçasıdır. Bundan asla taviz vermemelisin. Gerilememelisin. Taraftarlığını yitirmemelisin.
Kanaatimce 'tarihselci okuma'nın hatası da tam bu noktada başlıyor. Bunlar öncelikle sünnet için 'en doğruluğu' tartışmaya açıyorlar. Sonra ‘tek doğru’ alanını da bu tartışmaya katıyorlar. ‘En doğru' dediğimiz kısmı 'kişisel sünnet' diye işaretleyip, Aleyhissalatuvesselamın şahsına hapsetme gayretindeki bu zümreler, mezkûr alanla ‘evrensel sünnet’ dedikleri diğer bölgenin nasıl ayrılacağını ise söylemiyorlar. Onlar söyleyemese de biz ‘heva’larını seziyoruz.
Sözgelimi: Haccedişi, kişisel sünneti midir, yoksa evrensel sünneti mi? Yarın birisi de çıkıp 'tavafın aslında Aleyhissalatuvesselamın kişisel bir seçimi olduğunu' söylese, onlara ('bana öyle geliyor/gelmiyor' dışında) hangi ilmî kaidelerle cevap verilecektir? Veremezler. Çünkü açtıkları kategoriler sakattır. Doğrusu ise şudur: Sünnetin farz/vacip olmayan bir kısmından bahsedilebilir ama ümmeti için de 'en doğru' olmayan (yani rehberlik fonksiyonu bulunmayan) bir sünnetten bahsedilemez. 11. Lem’a daha bunun gibi nice inci dersler içerir.