Post-modern bir darbe olarak tarif edilen ama benim, bu süreçte rol alan aktörlerin özelliklerinden dolayı Nilüfer Göle’den iktibas suretiyle “pre-historik” olarak tarif ettiğim 28 Şubat’ın sene-i devriyesi vesilesiyle yapılan tartışmalarda ve yazılan yazılarda bu darbenin getirdikleri ve götürdükleri kamuoyunda çok tartışıldı. Meselenin zülüm veçhesi ve bu zülüm veçhesinden şerden hayrı çıkaran Rabbi-Hakim’in çıkardığı manidar hikmetli veçheler de kamuoyunda yer buldu ve zihinlerde tekrar güncellendi. Fakat sorgulanması eksik yapılan ve müzakeresine devam edilmesine büyük fayda gördüğüm “din-devlet” ilişkisi üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.
Dinin ve bu topraklar özelinde İslamiyet’in, Devlet ile olan ilişkisinde Devlet ve siyaset erk dine hizmetkar olması gerekirken, asırlardan beri maalesef devlet ve siyasal erk, dinler üstünde ve özellikle İslamiyet üzerinde “rakib” olan yani dini gözetleyen ve kontrol eden bir güç olagelmiştir. Bu dini gözetlemek ve gerektiğinde siyasal erkin veçhesinden dine yeni bir kılıf giydirmek, hoşuna gitmeyen yerleri budamak şeklinde cereyan eden dini kontrol mekanizması 28 Şubat sürecinde, pre historik darbenin tahripkâr olmasında en önemli etken oldu.
İslamiyet, diğer dinlerin aksine kurumsal bir yapıyı merkeze almamışken, devlet kontrolündeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı 28 Şubat sürecinde siyasal erk eliyle getirilen zulümlerin katmerleşmesine neden olmuştur.
Devletin kontrolündeki ve her nedense özel kişilerin kurmasına izin verilmeyen İlahiyat Fakültelerindeki birçok sözümona hocalar bu süreçteki önde giden olmak için çırpınmışlardır. Bürokraside en çok tahribat oluşturan kişilerin önemli bir kısmının bu İlahiyat Fakültelerinden mezun olmuş olması bu sürecin manidar hususiyetlerinden biridir.
Peki, neden siyasal erkin kontrolündeki “dini”(!) mekanizmalar yanlış kişilerin eline geçince bu kadar büyük tahribat oluyor? Ya da doğru kişilerin eliyle bu kurumlar işletilirse İslamiyet güneşinden gelen ışığa mümanaat eden perdelerin kalınlığı azalacak mıdır? Devlet, Diyanet İşleri Başkanlığını bürokrasi içerisinde kontrollü bir biçimde bırakırsa ve oraya çok değerli kişileri atarsa bu kurumlar çok iyi kurumlara dönüşecek midir?
Üstad Münazarat’ta bu meseleye çok güzel bir veçhe ile bakıyor;
“Hem de mağlub bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimad edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan -herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan- envâr-ı İlahînin lemaatının içtima'larından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerarat-ı neyyiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.
Evet şu amud-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemaat-ı müteferrika tele'lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizac edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nafiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şediddir.”
Bir suale verilen bu harikulade cevap fevkalade ilginçtir. Üstad burada verdiği cevapta, dinin himayesinin en geniş temsil gücüne sahip milletin iradesine teslim edilmesinin, bir padişaha yada mantıktan uzaklaşmış, kurumsal teamülleri mantıkin önüne koymuş bürokrasiye yada askeriyeye teslim edilmesinden daha evla olduğunu söylüyor. Bir tarafta dine zarar gelmesin diye titizlenen bir millet var, diğer tarafta kendi bekasını düşünen padişah, devlet, siyasal erk ya da kendi teamüllerini ön plana çıkarıp akıldan uzaklaşmış bürokrasi ve ya güce, silaha dayanmak dışında bir hususiyeti olmayan askeriye varken dinin muhafazası kime bırakılsa daha iyi olur?
Elbette millet kendi dinini de hem devletten, hem siyasal erkin kontrolündeki bürokrasiden hem de kışladan daha iyi korur. Millet amud-u nurani ile hamiyet, şehamet ve murakebe ile dini en iyi şekilde koruyacaktır. Bu şekildeki, yani milletin kalbindeki nurların bir araya gelmesinden oluşan nurani bağ, daha nüfuzlu, daha etkin, daha yüksek ve daha tesirli olacaktır. Nitekim İslam coğrafyasına baktığımızda dinin himayesini milletin üstlendiği devirlerde Din-i Mubini İslam’a mümanaat eden perdelerin kalktığını, dinin ışıklarının daha billur bir biçimde insanların kalbine lika olduğunu görüyoruz.
Millet, kendi dinini kendi mecrasında izin verildiği müddetçe daha iyi öğrenir ve daha halis bir biçimde ve iyi şekilde öğretir.
Bu açıdan bakılınca, imam hatiplerin devlet bünyesinde olması, okullarda din derslerinin Milli Eğitim öğretmenlerince verilmesi, İlahiyat fakülteleri gibi kurumsal yapılar dinin kalpler üstündeki parıltısını azaltan yapılar olarak göze çarpıyor. İslamiyet nurunun parıltısını azaltan, perdeleri kalınlaştıran bir fonksiyon ifa ettikleri görülüyor. Halbuki bu yapılar içerisinde halis, abid ve alim bir çok şahsiyet varken bu yapılar istenilen faydaları vermiyorlar. Demek ki mesele şahıs meselesi değildir. Kurumsal yapının dine hizmetkar bir biçimde dizayn edilmesi meselesi en önemli meseledir. Bu yapıların korunması fakat özerkleştirilmek ve özelleştirilmek suretiyle milletin kontrolüne bırakılması gerekir. Böylece devir değiştiğinde, siyasal erk el değiştirdiğinde bu kurumlar üstünde oynayarak dine zarar verilmesinin de önü alınmış olacaktır.
Eskiden bu yapıların olması anlamlıydı. Çünkü dinin her tür kurumsal yapısı yakılıp yıkılmıştı, medreseler kapatılmış, tarikatlara kilit vurulmuştu. Böyle bir ortamda Devletin, millet kontrolündeki yapılara izin vermeyeceği açıktı. Milletin din hizmeti vermesi yerine Devlet imam hatipler gibi, ilahiyat fakülteleri gibi kurumlar kurarak bir ölçüde dinin eğitimini kendi kontrolü altında vermeye başladı. Dindar kesimler de bu mecburiyet karşısında devletin bu adımını desteklediler. Ama bugün dini öğretmek ve öğrenmek önündeki engeller büyük oranda kalktı. Dini cemaatler, tarikatlar ve gruplar faaliyetlerini çok şükür özgürce devam ettirebiliyorlar. Devlet şimdi aynı hizmetleri vermek yerine bu hizmetleri toplumun da yapabilmesinin önünü açmalıdır. Yani imam hatipler gibi İlahiyat fakülteleri gibi kurumları özel şahısların açabilmesine olanak tanımalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumu da bürokrasinin sıradan bir genel müdürlüğü seviyesinden çıkartıp özerk bir yapıya dönüştürmeli ve bu kuruma seçimle Başkan atanmasının önünü açmalıdır. Aksi takdirde Devletin himayesindeki din görünümü İslam dinine büyük zarar verecektir. Bir 28 Şubat süreci daha yaşandığında kurumsal yapısı devlete bağlı olan Diyanetin kontrolünü eline geçirenler hutbelerde istediği şeyleri de dinletir ve ehli hamiyeti de ağlatır.
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı koltuğunda çok değerli bir insan oturuyor. Bugüne kadar bu topraklarda o koltuğa oturmuş en ehil kişilerden biridir. Bundan sonraki süreçte yapacağı hizmet ile o koltukta en çok katma değer oluşturmuş bir şahsiyet olacağını düşünüyorum. Ama çok değerli bir şahsın devletin ve siyasetin kontrolündeki bir genel müdür seviyesindeki bu makamda olması yeterli olmayacaktır. Devletin dine hizmetkar olması için Diyanet İşlerinin yapısının değişmesi, Devlet kontrolünden çıkarılması ve özerkleştirilmesi gerekir.
Devlet, İslam dininin kontrolcüsü ve koruyucu olacağına İslam dininin hizmetkârı olmalıdır. Aynı zamanda diğer Kadimi dinlere tabi olanların da kendi dinlerini yayma özgürlükleri sağlanmalıdır.