Faruk Çakır'ın röportajı
Risâle-i Nur eserleriyle nasıl ve nerede tanıştınız?
O zaman imam hatip okulunun orta kısmı 4, lise kısmı ise 3 seneydi. Şimdi tersini yaptılar, orta kısmı 3, lise kısmı 4 sene olmuş. Ben İHL orta 4. sınıftayken ağabeyim “Dehri Yusuf” Ankara’da Et Balık Kurumunda çalışıyordu. O sene yaz tatilinde Ankara’ya, ağabeyimin yanına gittim. 1959’un sonuna denk geliyor dediğim tarih. O zaman Ulus’ta Murat Lokantası’nın üstünde bir Risâle-i Nur dershanesi vardı, ağabeyim beni oraya götürdü ve ilk defa Risâle-i Nur eserleriyle orada tanışmış oldum. Bu bakımdan ağabeyime de çok şey borçluyum. Çünkü Risâle-i Nur ile beni o tanıştırmış oldu.
Ulus’taki dershanede 2,5 ay kaldım. İlk dershane hayatım olan o günlerde iki defa Üstad Bediüzzaman’ı rüyamda gördüm. Ben hafız olduğum için olsa gerek, rüyamda Üstad beni kucağına aldı ve iki defa “İhlâs Sûresi"ni okuttu. Bu rüyayı oradaki ağabeylere (Said Özdemir vd.) anlattığımda; “Üstad seni talebeliğe kabul etti” diye yorumladılar. İnşaallah öyle olmuştur.
Yaz tatili bitince yeniden İzmir’e geldim. O tarihte İzmir İmam Hatip Okulunda hiç Risâle-i Nur’u tanıyan, okuyan talebe yoktu. İlk talebe biz olmuş olduk. Ben ilk heyecanla “Bütün öğrencilere Risâle-i Nur’u anlatacağım” diye bir gayrete girdim. Öyle bir heyecan duyuyordum...
Şu an Zaman gazetesinde yazılar yazan Abdullah Aymaz, o zaman benden iki sınıf aşağıdaydı. Fakat zekî bir öğrenciydi. Kafama koydum ki “Buna Risâle-i Nur’u anlatırsam iyi hizmet eder.” Fakat o günlerde o da koyu bir ülkücüydü. Anlatıyorum, ama söylediklerimi ciddiye almıyor, ters cevaplar veriyor. Fakat ben dedim ki: “Bu ne derse desin, gücenmeyeceğim.” Bu şekilde devam ettik. Allah’a hamd olsun, en sonunda eserleri, Külliyat’ı benimsedi. Bu şekilde 5 ya da 6 kişi Risâle-i Nur eserleriyle tanışmış oldu. Bu isimler arasında Fehmi Koru da vardı. Fehmi Koru da bize göre daha alt sınıflardaydı.
Sonra Üstad ebedî âleme göçtü, 1960’ta ihtilâl oldu. O yıllar çok çok hareketliydi.
Üstad’ın vefatını nasıl hatırlıyorsunuz?
Üstadın vefatından önce öyle bir hava oluşturulmuştu ki, muhalefet Üstad’ı bahane edip Menderes’i yıkmaya uğraşıyordu. Hatta o zaman İnönü’nün bir sözü meşhur olmuştu. Bu iddiâya göre Bediüzzaman, Konya’da ikamet eden Tahir Büyükkörükçü’yü kullanarak hükümeti idare ediyormuş. Halk Partililer hep bu şekilde iftira ile uğraşırlardı.
Bütün gazeteler manşetleriyle Risâle-i Nur’un aleyhindeydiler. Fevkalâde gündemde olan bir konuydu Nur Talebeleri. Vefatı da gazetelerin manşetleriyle duyurulmuştu.
Gazeteler hep aleyhte yayın mı yaparlardı? Hiç insaflı olan yok muydu?
Tamamına yakını aleyhteydi. Sadece yanlış hatırlamıyorsam haftalık İstiklâl gazetesi vardı. O zamana göre iyiydi. Yeterli olmamasına rağmen o gazeteyi bile gün sayarak beklerdik. Dinden, İslâmdan, Risâle-i Nur’dan müsbet mânâda bahseden gazete maalesef yoktu.
Bir zaman İstiklâl gazetesi Üstad’ın fotoğrafını basmış ve “Küfrü yıkan adam” diye başlık atmıştı, hiç unutmam...
Üstad son demlerinde yolculuğa çıktı. Nereye gidiyorsa takip ediliyordu. Ben o zaman 18 yaşlarındaydım. Üstad kensini takip edenlere de bedduâ etmiyordu. Vefatında, bunca muhalefete rağmen cenazesine 70 bin kişinin katıldığı söylenmişti. Allah rahmet eylesin.
Risâle-i Nur’u okuduğunuz için siz de sıkıntılar çektiniz mi?
Tabiî ki biz de zulümler gördük. İzmir İmam Hatip Okulu’nda müdür yardımcısı bir gün sınıfa girdi ve “Herkes ellerini kaldırsın” diye bağırdı. Aslında benim Risâle-i Nur’ları okula getirdiğimi biliyorlar, bana suç üstü yapmak istiyorlar. Ama bunu da belli etmek istemedikleri için güya herkesi arayacaklar. Sıra ile çantaları açmaya başladılar. Ben de o gün İhlâs ve Uhuvvet Risâlelerini yanıma almıştım, bu eserler çantamdaydılar. Dedim ki: “Eyvah, her halde kitaplarımı alacaklar.” Müdür yardımcısı geldi, çantamı açtı, aradı-taradı; Allah’ın hikmeti, bu kitapları bulamadı. Çantayı didik aradı, ama bulamadı.
Fakat okulumuzda bir müdür vardı, peygamber kabul etmez, dinle alay ederdi. Benimle çok uğraşmaya başlamıştı.
Bu kişi, o dönem çok meşhur idi. Şöyle yaptı, böyle yaptı, benim okumama engel olamadı. İmam hatip lise son sınıftayken ve üstelik imtihanlara bir ay varken bana keyfî bir sûrette ‘tasdikname’ verdi, okuldan uzaklaştırdı.
Sebep şuydu: O dönemde Halide Nusret Zorlutuna isimli bir hanım vardı. O, Risâle-i Nur’a hücum edenler hakkında “Nur ve nurdan ürkenler” diye bir makale yazmıştı. Ben de o yazıyı, o zaman matbaa ve fotokopi olmadığı için teksir makinası ile çoğaltmış ve arkadaşlara dağıtmıştım. O dönemde bizde korku yoktu, her şeyi göze almıştık. Aleyhte olan birisi bu yazıyı götürüp müdüre vermiş. O da emniyete vermiş, “Bu Nurcudur, propaganda yapıyor” demiş, şikâyet etmiş. Neticede beni mahkemeye verdiler. Gece polisler geldi, evimi bastılar. Ne kadar Risâle-i Nur eseri varsa hepsini aldılar ve karakola götürdüler. Sabaha kadar beklettiler, ertesi gün emniyete götürdüler. Emniyet müdüre de güya bana iyi davranarak, “Sen iyisin... iyisin de kimlerle görüşüyorsun, onları bize anlat” diye benden isimler istedi. Ben de “Ben bir imam hatip talebesiyim. Dinî muhtevalı kitapları okuyorum, kimse ile bir ilgim yoktur” dedim. Biraz tehdit etti, ama baktı ki olmuyor mahkemeye sevk ettiler. Mahkemede insaflı bir hâkim vardı. Mahkemede savunma yaparken, “Ben imam hatipte din eğitimi alıyorum. Bana soruyorlar: ‘Bediüzzaman kimdir, eserleri ne anlatır?’ Ben bu eserleri okumadan bu sorulara cevap versem doğru olur mu? Bana soranlara doğru bilgiler vermek için bu eserleri okuyorum” dedim.
“Şart mıdır, Ömer Nasuhi Bilmen’in kitaplarını oku” dedi hakim. Ben de “Onu da, başka kitapları da okuyorum” dedim. Baktılar ki bundan bir iş çıkaramayacağız, neticede beraat ettik ve kitaplarımızı da iâde ettiler.
İşte bizim müdür bu hadiseyi de bahane ederek elime bir tasdikname verdi ki, o belgede “İzmir’in hiçbir yerinde okuyamaz” diyordu. Tasdiknameyi aldım, imkân yok, para yok, ben nereye gidip okulu bitireyim?
Allah rahmet eylesin, Ali Rıza Güven vardı, okuduğum Kur’ân kursunun müdürüydü. Bana o günkü para ile 200 lira verdi. İzmir’den İstanbul’a geldim ve İstanbul’daki imam hatip okuluna gittim. O zaman İstanbul’da bir imam hatip lisesi vardı zaten.
Okulun müdürü ilâhiyatçı değil, biyoloji öğretmeniydi. “Sana niçin tasdikname verdiler?” dedi. Ben de “Risâle-i Nur okuduğum için” dedim. “Bizim okulda Nurculara yer yok” dedi. Ben de “Sen bilirsin” dedim.
Sonra bir arkadaşım vardı, Mustafa Öztürk isminde. Kur’ân öğretmeniydi, şimdi o da emekli olmuş. O zaman İstanbul Gülhane Parkı karşısında Zeynep Sultan Camii var, orada müezzin idi. Bu zat İzmir’den arkadaşımdı, onun yanında kalıyordum. O da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine gidip (o zaman Yüksek İslâm Enstitüsü idi) benden bahsetmiş ve Sakarya imam hatip okuluna kaydımın yapılması için yardımcı olmasını istemiş. O okulun müdürü ilahiyatçıydı. İlahiyattaki bir zat, bir mektup yazmış, arkadaşım mektubu bana getirdi. Baktım ki mektupta “Bu arkadaş zekiymiş, ama Nurcuymuş. Yine de kaybetmeyelim, sahip çıkalım” gibi bir şey yazıyordu. Ben bu ifadelere üzüldüm, mektubu yırtım, attım ve yine de Sakarya’ya gittim.
Maddî imkânım yok, İlim Yayma Cemiyeti’ne gittim ve durumu anlattım. Onlar da bana bir yatak ve yorgan verdiler. Yatağı yorganı sarıp sarmaladım ve doğru Sakarya’ya gittim. Oradaki okul müdürü de “Doğru söyle, sana niçin tasdikname verdiler” dedi. Ben de doğruyu söyledim, “Risâle-i Nur okuduğum için” dedim. Dedi ki, “Bak ben seni okula alacağım, ama o kitapları bu okulda okuma, evinde istediğin kadar oku.” Ben de “Tamam” dedim ve okula kaydoldum. Neticede imtihanları verip okuldan birincilikle mezun oldum.
Ankara’ya gidip Risâle-i Nur dersine katıldığınızdaki ilk intibanız nasıldı? Risâle-i Nur’un hangi yönü sizin ilginizi çekti?
Ben o zaman orta okul son sınıfta okuyan bir çocuktum. Kitap okumuş ve kültürü gelişmiş bir kişi de değildim. Ben o an için “Risâle-i Nur’u okudum da beni cezbetti” desem yanlış olur. Beni cezbeden, oraya gelen Nur Talebelerinin arasındaki samimî muhabbetti. Bu hal beni öyle bir cezbetti ki “İnsanlık budur” dedim. Çok duygulandım ve ondan sonra oturdum ve dershanede 2.5 ay Risâle-i Nur’u okudum. O samimiyet, o kardeşlik beni cezbetti. Sözler’i ilk defa matbaada bastıran rahmetli Atıf Ural’ı da orada tanıdım. Devamlı oradaki derslere gelirdi.
Aradan bunca yıl geçti. Yıllardan beri tefsir üzerinde ders okutan bir ‘ilâhiyatçı/uzman’ olarak bugün Risâle-i Nur’u nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir tefsir hocası olarak; yaklaşık 30 yıldır Arap edebiyatı ve tefsir üzerine dersler okutuyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de “tekvinî âyetler” dediğimiz âyetler var. Bunlar kâinattan bahseden âyetlerdir. Akaidde de “Usûlü’d-din” deriz; dinin kaideleri, esaslarından bahseden âyetler var. Bu âyetlerin izahı konusunda—ki, ben bunu bir Nur Talebesi olarak değil, ilmî olarak ifade etmek istiyorum—Risâle-i Nur ayarında bir kitap, bir tefsir ben tanımıyorum. Usulü’d-dinle ilgili âyetler ve kâinattan bahseden tekvinî âyetlerin tefsiri konusunda Bediüzzaman Hazretleri çok yüksek bir noktada bulunuyor ve orijinal izahlar yapıyor. Bunlar klâsik izahlar değil. Bediüzzaman’ın izahları, ismiyle müsemmâ izahlardır. Yani zamanın en güzeli, en dikkat çekicisi... Bu bir iddiâ değil. İddiâdır diyenler alsınlar Risâle-i Nur’u ve insafla okusunlar.
Meselâ, kelâm ilminde en fazla ‘kavga’ yapılan şey, kader bahsidir. Ve bütün İslâmî fırkaların temelinde bu konu var. Meselâ eski meşhur kaynaklar var; Şerhu’l-Mevakıf, Şerhu’l-Makasıd, bunlar meşhur eski kaynaklar. Bediüzzaman’ın telif ettiği “Kader Risâlesi”yle ne kadar orijinal izahlar getirdiğini ilim ehli okusun, kıyaslasın... Bu kuru bir iddiâ değil, eserler meydanda.
Bizim tefsir tarihinde kelâmî izah olarak Fahreddin-i Râzî’nin Tefsir-i Kebîr’i zirvede kabul edilir. Meselâ ahkâm âyetleri en geniş izah eden tefsir olarak Kurtubî’nin tefsiri kabul edilir, o gösterilir. Tasavvufî tefsirler var, kelâmî tefsirler var. O konuları yeni bir izah tarzıyla terennüm eden, izah eden Risâle-i Nur eserleri o tefsirlerin çok üstündedir, fevkalâdedir.
Gönül ister ki, bu, geniş bir akademik kadronun çalışmayısla ortaya konulsun. Bu bir kişinin, iki kişinin yapacağı işler değil. Bir ekip işi. Ben arzu ederim, ama yapamam. Bu sahada akademik çalışmalar yapanlar, Bediüzzaman’ın bu konuda getirdiği orijinal izahları, tesbitleri; eski kaynaklarla da kıyaslayarak ortaya koymalıdırlar. Bunu çok arzu ediyorum. Bu noktaya gelinmedi, ama İnşaallah böyle akademik bir kurul kurulur ve bu çalışma yapılır. Biz akademik çalışma yapamadık, bizim vaktimiz talebe okutmakla geçti.
Dikkat çektiğiniz bu konuları ilim ehli nasıl karşılıyor? Gerçekten Risâle-i Nurlardan haberleri yok mu? Yoksa bildikleri halde ilgi göstermiyorlar mı?
Ben de bundan çok muzdaribim. Niçin böyledir? Ben bir iki şey söyleyebilirim, ama kesin böyledir de diyemem.
Bizde şöyle bir gelenek vardır: Bu klâsik metinleri kim çok iyi belliyorsa, kim çok iyi okuyorsa Diyanet camiasında o iyidir, âlimdir, sözü dinlenir. Risâle-i Nur, Mesnevî-i Nuriye ve İşârâtü’l-İ’câz hariç tutulursa Türkçe olarak yazılmış. Onlara göre, o zihniyete göre Risâle-i Nur’u çok mükemmel bilsen, aynı konuyu faraza Fahreddin-i Râzî’nin tefsirinden değil de Risâle-i Nur eserlerinden izah etsen muteber değilsin. Böyle bir anlayış var. O bakımdan ‘iyi hoca’ görünmek için klâsik eserlere meylediliyor, Risâle-i Nur’a meyleden azalıyor.
İkinci bir kanaatim de, Bediüzzaman Hazretleri bir şey söylüyor, diyor ki: “Risâle-i Nur enaniyet kabul etmez.” Bu eserlerden uzak duranlarda bu büyük bir rol oynuyor. Meşhur ulemadan Birgivî Hazretlerinin yazmış olduğu bir kitap var. “Et-Tarikatü’l-Muhammediye” diye. Orada bir bölüm var. “Esbabu’l-Kibr” diye. Der ki: “İnsanı kibre sürükleyen 7 sebep var.” Birinci sebebi sayarken de “ilim” diye sayar. İlim öyle bir şey ki, sahibi çok mütevazı görünür, ama onun altında müthiş bir enaniyet olabilir. Bunu manevî eğitimle yok edebiliriz. Onun için Osmanlı uleması enaniyetini eritmek için sonunda tasavvufa girmişlerdir. Tahmin ediyorum ki, bizim İlahiyat camiasında bir çok hoca, âlim, bu sebeple Risâle-i Nur’a yeterince yaklaşmıyor. Bu benim kanaatim.
Bir de toplumun ‘baskı’sı var. Meşhur bir adam, kendisine ‘Nur Talebesi” denilmesini istemeyebilir. Bu zihniyet son yıllarda epey kırıldı. Risâle-i Nur bütün dünyada kabul edilmeye başlandı. İnşallah daha da iyi anlaşılacak.
Yeri geldiğinde ilahiyat camiasındaki arkadaşlara diyorum ki; “Ben Mesnevî’yi okusam Mevlevî mi olurum? İmam-ı Rabbani’nin eserlerini okuyunca Nakşî mi olurum? Bu bir ilim. Risâle-i Nur Külliyatı bir ilim kaynağı. Bunu okuyun, istifade edin ama ‘Nurcu olmayın’, kimse sizi zorlamaz. Nur Talebesi, Risâle-i Nur yoluyla imana ve İslâma hizmet eden, hayatını buna adayan kişidir. Sen öyle olma, ama oku istifade et. Ama maalesef Diyanet camiası henüz bu noktada değil.
Peki siz derslerinizi Risâle-i Nur’dan istifade ile mi anlatıyorsunuz?
Meselâ, “Ve mimmâ rezaknâhum yünfikûn.” (Bakara Suresi: 3) Bediüzzaman bununla ilgili olarak İşârâtü’l-İ’câz’da orijinal izahlar yapıyor. Diyor ki, yapılan infakların sadakaların makbul olması için beş şart var. Devamında da bunları âyetteki kelimelerle, hatta harflerle, Kur’ân’ın nazmının da mu’cize olduğunu izah ederek misâl veriyor.
Ben evvelâ ders okuturken diyorum ki: “Bu konuda şöyle yeni bir izah var. Nasıl buldunuz?” Diyorlar ki, “Hocam çok orjinal. Mükemmel.” Peki diyorum, “Beğendiniz mi?” Diyorlar ki, “Ne demek beğendik mi? Çok çarpıcı.” O zaman diyorum ki “Bu izahlar benim değil, Bediüzzaman’ın izahlarıdır.” Bir kısmı çok şaşırıyor, bir kısmı duruyor tabiîi.
Hatta geçen devrelerde Antalya’da bir kurs tertip edilmişti ve oraya görevlendirilmiştim. Ben bu kursta zaman zaman Bediüzzaman’ın orjinal izahlarını gündeme getirdim. Bir defa dediler ki: “Hocam, çok orijinal şeyler söylüyorsun, bunları nereden buluyorsunuz?” Ben de dedim ki: “Bu izahlar bana ait değil, Risâle-i Nur’dan izahlardır.” Tabiî insaflı olanlar takdir ediyor, ama bazıları da uzak duruyor.
Şunu da söyleyelim: Bediüzzaman, Diyanet camiasında da kabul görmüş bir şahsiyettir. Benim arzum, Diyanet’in bunu daha ciddî okuyup ona göre bir hizmet tarzı geliştirmesidir. Benim şikâyetim, daha fazla istifade edilmesi gerektiği yönündedir. Milletin yarasına uygun şeyler söylensin, ben bunu arzu ediyorum.
Yeni Asya