Risale Haber - Haber Merkezi
Bütün dertlerin dermanı imanın inkişaf etmesidir.
Dkm üniversite seminerinin bu hafta konusu hastalık idi. Eğitim Fakültesi Edebiyat Öğretmenliği bölümü öğrencisi Abdullah Turan, hastalık konusunu ‘’Manevi Hastalık’’ ve ‘’Hastalık İbadet İlişkisi’’ başlıkları altında inceledi.
Manevi Hastalığın tanımını yaparak başlayan Abdullah Turan, manevi hastalıkla ilgili ‘’İmansızlık, iman zayıflığı ve iman zayıflığından doğan, kalbimizde ve ruhumuzda açılan yaralar, aklımıza gelen şüphelerdir’’ dedi.
‘’Bu bağlamda manevi hastalık maddi hastalıktan daha kötüdür, daha sıkıntılıdır. Çünkü maddi hastalık, bizim kısacık hayat-ı dünyeviyemizi tehdit ederken, manevi hastalık bizim sonsuz bir ahiret hayatımızı tehdit ediyor’’ diyen Turan, ayrıca manevi hastalığın bu dünyada dahi maddi hastalıklardan daha dehşetli olduğunu söyledi. ‘’Çünkü, manevi hastalıklar bizim ahiret hayatımızı tehdit ediyor. Ebedi hayatını yokluğunun bu hayatta hissedilmesi, bu dünyada dahi bir manevi cehennem azabını çektiriyor’’ dedi.
‘’Sevdiklerimizi kaybetmemiz ve ihtiyarlanmamız ve sahip olduğumuz şeyleri kaybetmemiz görünen bir şeydir. Ama insanın cihazatına baktığımızda, hayvandan çok üstündür. Ama insan geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvandan daha aşağı bir hayat yaşıyor. Ve ona bu hayat azap veriyor. Bir kuşa baktığımızda kuş insandan daha mükemmel bir hayat yaşıyor.’’
‘’Biz hayvan gibi yaşayamayız, çünkü bize verilen cihazatlar, hayvan gibi hayat sürmek için verilmemiş daha ulvi vazifeler için verilmiştir.’’
Ardından Turan, manevi hastalıkların kaynağını üstad hazretleri şöyle açıklamakta olduğunu söyledi: ‘’işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.’’
‘’İşlediğimiz her günahta küfre gidecek bir yol vardır, günah işleye işleye nur-u iman çıkana kadar kalbi siyahlaştırır’’ diyen Turan, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin İkinci Lem’a’da buna dair başka örnekler de verdiğini söyledi. Turan, ‘’Mesela vazifesini yerine getirmediği zaman amirinden yediği fırça yüzünden üzülen adam, namazı kılmayarak, Allah’ın onun üzerine yüklediği vazifeyi tembellik ederek yerine getirmeyerek kendisine büyük bir sıkıntı veriyor. O sıkıntıdan istiyor ki keşke namaz olmasaydı. Ve bu arzudan da Allah’a karşı nefret eder bir vaziyete giriyor. Bundan da inkar arzusu doğuyor. İşte böyle bir şüphe kalbe geldiği zaman kalp bir delil gibi ona yapışır. Ama o adam bilmiyor ki, cüzi bir namazdan kaçıp, Allah’a inkarda ondan milyonlarca defa sıkıntılı manevi sıkıntılara kendini hedef eder. Üstadın deyimiyle sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasına kendini hedef eder. بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılır’’ dedi.
‘’Manevi hastalıkarın kaynağı işlediğimiz günahlar ve kafamıza gelen şüphelerdir. Ve asrımıza baktığımız zaman, batıl fikir akımları vasıtasıyla kafamıza şüpheler girmesi ve bu asırda günahların işlenmesi çok kolay olduğu için, bu asırda manevi hastalıklar daha şiddetlidir.
Bu asırda günah işlemek diğer asırlara göre gerçekten çok kolay olduğu için sürekli dergah-ı ilahiyeye iltica edip, رَبِّ اَِنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ demeliyiz. Bu asır Hz. Yusuf’un(a.s.) kıssasına benzetilebir. Nasıl ki Züleyha Hz. Yusuf’un(a.s.) arkasından kapıyı kilitlemişti ve ondan murad almak istemişti. Ve orada Hz. Yusuf(a.s.) Allah’a sığındı. Ve Allah onu kötülük işlemesinden kurtardı. İşte asrımızda da günahlarla baş başayız. Yalnız kalmışız. Bu günahlardan, sürekli Allah’a sığınmalıyız. Ve tevbe-i istiğfar etmeliyiz. Ve bu sürekli olmalı. Nitekim asr-ı saadet gibi güzel ile çirkinin arasının tam olarak açıldığı bir zamanda ve yüksek şahsiyet olan Peygamber Efendimiz(s.a.v.) kimi rivayetlere göre günde 70 defa, kimi rivayetlere göre günde 100 defa tevbe-i istiğfar ettiği söyleniyor. Ki o zat(a.s.m.) böyle yaparsa, biz de daha çok yapmalıyız. Ki bu asırda, akla gelen şüphelerin artttığı kalp ve ruha yaralar açıldığı bir durumda bizler sürekli istiğfar edip Allah’a sığınmaya muhtacız.’’
HASTALIK VE İBADET İLİŞKİSİ
İbadetin manası, kulun kusurunu görmesi, aciz ve fakir olduğunu anlaması; yani, fakiriz çok şeye muhtacız, aciziz ihtiyaç duyduğumuz şeyleri alabilecek kudretimiz yok. Bunları bilip, dergah-ı ilahiye iltica etmemizdir. Çünkü ondan başka sığınacak bir melce ve mence yok. Üstad hazretleri ibadeti sınıflandırırken şöyle demektedir.
‘’...ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki; namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfî ibadetlerdir ki; hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede, aczini, za'fını hisseder. Hâlık-ı Rahîm'ine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyasız, manevî bir ibadete mazhar olur. Evet hastalıkla geçen bir ömür, Allah'tan şekva etmemek şartıyla, mü'min için ibadet sayıldığına rivayat-ı sahiha vardır. Hattâ bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabittir.’’
Lem'alar ( 206 )
Evet, dünyanın üç yüzü var birisi ahirete bakar. Çünkü onun mezrasıdır. Yani onun tarlasıdır. Burada ne ekersek ahirette onu biçeriz. İkincisi esma-ı hüsnasına bakar. Üçüncüsü de kendi nefsimize bakar. Şimdi hastalığa da yaklaşırken bu üç vecih nazarından bakmak zorundayız. Çünkü hastalık bu dünyada başımıza gelen bir şey... Hastalığa kendi nefsimiz hesabına bakarsak zarar ederiz. Çünkü, temellük davasında bulunursak bu benimdir; bu kollar bu göz benimdir desek, onu kendi üzerimize alsak, herkesin ikim kolu iki gözü vesaire bizim bir yerimizde bir eksiklik veya bir ağrı var desek; bizi şekvaya götürebilir. Kaderi ittiham etmeye götürebiliyor. Nitekim üstad hazretleri; . ‘’Çünki senin vücudun ve âza ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.’’
Lem'alar ( 207 )
Diyor.
Esma-i hüsnaya bakan yüzünde ise hastalık, Allah’ın esma-i hüsnasını bize tanıttırır. Allah’ın şafi ismi hastalığı istiyor. Çünkü Allah’ın Şafi ismini biz hastalıkla biliyoruz. Şafi ismi, sadece maddi hastalık üzerinde değil manevi hastalık üzerinde de tecelli eder. Allah’ın kahhar, cabbar, rahman ve rahim gibi isimlerini de görüyoruz. Bu sadece en bariz örneği idi.
Nitekim üstad hazretleri meselâ gayet zengin, gayet mahir bir san'atkâr; güzel san'atını, kıymetdar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassa' ve gayet san'atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Hârika enva'-ı san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeye hak kazanabilir mi? Merhametsizlik, insafsızlık ettin diyebilir mi? İşte aynen bu misal gibi, Sâni'-i Zülcelal sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassa' olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir.
Lem'alar ( 207 )
Hastalığın ahirete bakan yönü ise kendisinin bir ibadet olmasının yanında diğer ibadetlerimizin üzerinde yaptığı müspet tesiridir. Çünkü ibadetin meyvesi uhrevi olduğu için ahirete bakıyor. İşte Bediüzzaman Hazretleri hastalık ve diğer zahiren menfi şeylere bu nazarla bakmamızı öğretiyor bize. Örneğin ölüme, hapishaneye ve benzeri şeylerde bu perspektifi bize veriyor Üstad Hazretleri.
Hastalığın kendisinin menfi bir ibadet olduğunu söylüyor üstad, bizim şimdi açıklayacağımız şey ise hastalığın diğer ibadetler üzerindeki etkilerdir.
Hastalık kefaretüzzünuptur bu hadis-i sahihle sabittir. Hadiste vardır ki, ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer imanlı bir hastanın titremesiyle öyle günahları silker. Günahlar, hayat-ı ebediyede daimi hastalıklardır.
Üstad on ikinci devada, hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kalan hastalara seslenirken üzülmemelerini söylüyor. Çünkü hadisi şerifte vardır ki, takvalı bir mümin hastalık sebebiyle yapamadığı sürekli ibadetlerininin sevaplarını hastalık zamanında yapmış gibi kazanır. Bunun şartı, farzı mümkün olduğu kadar yerine getirmek ve sabır içinde tevekkül etmektir. Hem insan hastalık sayesinde aczini zaafını anlar ve allah’a dua eder. Nitekim Cenab-ı Allah insana sınırsız bir acz ve zaaf vermiştir. Ta ki insan daimi bir surette Allah’a sığınsın, dua etsin. Eğer duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var, ayetinin sırrıyla insanın yaratılış hikmeti samimi duadır. Hastalık da samimi bir duaya vesile olduğu için. Hastalıktan şikayet değil belki şükretmeliyiz.
Üstad hazretleri hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şikayet eden hastalara şöyle sesleniyor. ‘’Şükret, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır.’’ Otomatik olarak ibadetlerimiz ihlaslı oluyor. hastalık duanın makbul olmasına vesiledir.
Ayrıca hastalara bakmak müminler için bir ibadettir. Hastayı ziyaret etmek, sıkmamak şartıyla sünnettir. Günahlara kefarettir. Hastalara teselli vermek mühim bir sadaka hükmüne geçer.
Üstad hazretleri felç gibi ağır hastaların ehl-i velayet tarafından mübarek sayılmasının sırrını, onların otomatik olarak riyazet ve rabıta-i mevt yapıyor olmalarıyla açıklıyor.
Biz de bu felç gibi ağır hastalıklardan, iman teslim ve tevekkül ile ehl-i velayetin çileleri gibi istifade edebiliriz. O vakit o hastalık çok ucuz düşer.
Dua istemek için üstadın yanına birkaç hasta genç geliyor. Üstad hazretleri diyor ki, ‘’Dikkat ettim ki; hangi hastalıklı genci gördüm, sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlahî olduğunu ihtar ederdim.‘’
Lem'alar ( 207 )
Üstad, hasta gençlere acımıyor onların hastalığının aleyhinde değildi. Acımıyorum ki dua edeyim, diyordu. Yanına gelen gençlere hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Halık-ı Rahim inşaalah şifayı verir.
Üstad hazretleri yirmi beşinci devada hastalara seslenirken, ‘’Siz gayet nâfi' ve her derde deva ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz.
Lem'alar ( 220 )
Bütün dertlerin devası imanı inkişaf ettirmektir. Genelde ilaçlar acıdır, rahatsız eder ama iman öyle bir tiryaktır ki acı vermiyor, aksine lezzet veriyor ve bütün dertlere devadır.
Peki imanı nasıl inkişaf ettirebiliriz? Ardından üstad imanın nasıl inkişaf ettirleceğini de söylüyor.
‘’Yani tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz.’’
Lem'alar ( 220 )
Diyor.