DKM üniversite semineri, Hukuk Fakültesi öğrencisi Mehmet Emin Bayadur tarafından sunuldu. Terbiye konulu semineri Bayadur, ‘’TERBİYE ve İKİ KANADI’’ ‘’FİİLDEN FAİLE’’ ve ‘’SOSYAL HAYATTA TERBİYE’’ başlıkları altında inceledi. İlk başlığı, Terbiye ve İki Kanadı altında, idare ve tedbir bağlamında terbiyenin kavramsal analizini yaptı ve terbiyenin iki kanadı olan; mazarratı def ile menfaati celb kavramlarını ve ilişkilerini inceledi. İkinci başlık olan, Fiilden Faile’de terbiye fiilinin Allah’ın Rab ve Mürebbi isimlerine bizi nasıl götürdüğünü inceledi. Bu amaçla insan ve kainatta terbiyenin ve bunlarda failin tekliğini anlatan Bayadur, üçüncü başlığı olan Sosyal Hayatta Terbiye’yi şefkat ekseninde inceledi ve istidatların ve kuvvelerin nevş-ü nema bulması için Sünnet-i Seniyye’nin esas ve insanın nokta-i kemale ulaşmak yolunda Kur’an ile beraber en birinci mürşidi olduğunu söyledi. Sosyal hayatta terbiye algısına ve eğitim ile terbiyeye değinen Bayadur, Risale-i Nur’un terbiyesi ve hazır medeniyetin terbiyesini kendisine tanınan süre içerisinde anlattı.
Mehmet Emin Bayadur’un dersinin i ayrıntılı içeriği:
A) TERBİYE ve İKİ KANADI
“Korumak, ıslah etmek, gözetmek, yükseltmek” anlamındaki rabv kökünden türeyen terbiye kelimesine “çocuğu veya ekini besleyip büyütmek, geliştirmek” manası verilir. Başka bir İslam âlimi ise “bir şeyi derece derece geliştirerek kemaline ulaştırmak” diye açıklayarak bunun bütün canlılar için söz konusu olduğunu söyler.
Said Nursi Hazretleri ise terbiyeyi iki esas bağlamında açıklar. Bunlardan biri menfaatleri celb, diğeri mazarratı def’. Çünkü her şey kemaline doğru hareket ediyor. Bu hareket esnasında böyle iki kanatlı bir fiil lazım ki, hem yardım etsin hem de manileri def’ etsin. Bu iki esas üzerinde biraz düşündüğümüz zaman birinin, manileri def’ edebilmesi için o manilere güç yetirebilmesi; menfaatleri celb edebilmesi için de o menfaatlere söz geçirebilmesi gerekir. İşte burada Üstad Hazretlerinin terbiye kavramını genellikle idare, tedbir ve tedvir kavramlarıyla beraber kullanmasının da hikmetlerinden bir tanesini anlayabiliriz. Birkaç pasajla örnek vermek istiyorum: “Küre-i arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresinde…”, “Bu duaların neticesinde yapılan terbiye ve tedbirler…”, “…tohumlar, evvelce de Allâm-ül Guyub'un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler”, “…bütün o enva'ı birden icad, idare, tedbir, terbiye etmeyen…”. Gördüğümüz gibi bu fiiller birbirilerine bağlı ve birbirine kuvvet verir tarzdadır. Sabıkan bahsettiğimiz münasebetin yanında bu fiillerin birbirini gerektirdiğini de söylemek mümkün olabilir. Mesela, tebir; bir şeyi temin edecek veya def’ edecek yol... Bir şeyi terbiye edebilmek için onu idare edebilmek; onu idare edebilmek için de terbiye edebilmenin gerektir. Yani “Bu mes'elede hapishane müdürleri ve ser-gardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları Risale-i Nur'un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünki bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikadsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu, çok tecrübelerle görülmüş.”
Bu kavramlara değindikten sonra tekrar konumuz olan iki esasa gelelim. Üstadımız bu iki esasa değindikten sonra şöyle devam eder: “Rezzak manasına olan "Er-Rahman" birinci esasa(menfaatleri celb), Gaffar manasını ifade eden "Er-Rahîm" de ikinci esasa(mazarratı def’) işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.” Buradan, Allah’ın terbiye gereği mahlûkatına Rezzak ismiyle nimetler vermesini ki çünki terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur, Gaffar ismiyle de günahlarının affını anlarız. Bunun yanında Üstadımız başka yerde terbiyenin de mücazat iste(r)diğini belirtir. Bu da esma-i hüsnanın diğer bazı isimleriyle alakadarlık kurulmasını sağlar. El-Kahhar gibi… Çünkü bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır.
B) FİİLDEN FAİLE
Terbiyeyle ilgili bahsettiğimiz bu malumattan sonra bu başlığımızda terbiye fiilinin Allah’ın Rab ve Mürebbi isimlerini nasıl gösterdiğini göreceğiz.
Kainatta her mahluk terbiyeye uygun bir şekilde yaratılmıştır. Hayvan ve bitkilerdeki kendini savunma ve beslenme mekanizmaları; atomlarda ve gök cisimlerinde itme ve çekme kuvvetleri onlardaki terbiye ediciliği gösterir. Kanımızdaki alyuvar ve akyuvarlar, diğer organlarımızın gelişimi ve korunumu ve daha birçok örnekle terbiyenin ne kadar geniş bir sahada hüküm sürdüğünü anlayabiliriz.
“İsm-i Rab ve Rahîm'in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in'am; bu daire-i a'zam-ı âlemde, herbiri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından, bir tek zâtın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar.” Çünkü; “Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden {(Haşiye): Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.} ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki; -hiçbir şübhe kabul etmez- güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünki şu birbiri içinde girift olan enva'ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.”
Ayrıca bu fiillerin bu kadar kolaylıkla yapılması vahdetin başka bir şahidi oluyor. “Tek bir semere ile semeredar şecerenin yaradılışlarındaki suubet ve sühulet birdir. Çünki ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye ve keyfiyetleri birdir. Malûmdur ki, merkezin ittihadı, kanunun vahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde külfet, meşakkat, masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki, pek çok semereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesireye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları sühuletçe bir olur. Ve aralarında yaradılışça fark yoktur. Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlât ü edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir”
Yukarıda da zikredildiği gibi kainatı, mahlukatı ve insanı kuşatan bir muntazam terbiye fiili görünüyor. Madem muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz elbette bu fiilin de bir faili vardır. Ve elbette bu fail Rabb-ül Âlemindir. Bu fiilin genişliğiyle beraber bu kadar kolay bir şekilde olması da elbette bu fiilin failinin tekliğine şahadet ediyor.
C) SOSYAL HAYATTA TERBİYE
Sosyal hayatta terbiye kavramı genellikle güzel ahlak manasında algılansa da literatürde eğitim ile eş anlamlı kullanılır. Kulakların aşina olduğu talim ve terbiye, eğitim ve öğretim olarak manalandırılmıştır. Sözlükte “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, bir nesnenin şekli zihinde oluşmak, nesneyi gerçek haliyle bilmek” anlamındaki ilm kökünden türeyen ta‘lîm “birine bilgi öğretmek, ders okutmak” demektir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “.alm” md.). Bilgi öğretme işini yapana muallim ya da öğretmen, bilgi öğrenene müteallim denir. Terbiye işini yapan kişiye ise mürebbi ya da günümüzde kullanıldığı şekliyle pedagog denilir. Bir diğer yönüyle talim daha çok akıl ile, terbiye ise kalp ile ilişkilidir. Üstadımız da “Kur'an … umum o efradın derecatına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye …” cümlesiyle bize bunu öğretmiştir. Terbiyenin bu yönünden kaynaklanıyor olsa ki, üstad terbiyenin şefkat ile verilmesinin gerekliliğinden bahseder. Terbiye-i İslamiyeden ve a’mal-i uhreviyede en kıymetli ve lüzumlu esasın ihlas olduğunu üstad hazretleri söylüyor. Bu çeşit hakiki kahramanlıkta hakiki ihlas bulunuyor. Bu ihlasa binaendir ki insanın en birinci üstadı ve muaalimi annesidir. Onun yanında aldığı eğitim kişide tohumlar ekiyor ve bütün hayatı boyunca nevş-ü nema buluyor.
Birisi var ki, insanlar arasında; annelerimizden bile bize şefkatli... Resul-u Ekrem(a.s.m.) ihlas ve şefkat noktasında dahi birinciliği aldığı içindir ki terbiye ve eğitim noktasında dahi en evvel örnek alınacak kişidir. Zira herkesin nefsi nefsi dediği bir günde ümmeti ümmeti diyen o zattır(a.s.m.); diyen Bayadur, sünnett-i seniye ve edep konusuna bir parça daha değindi.
Ayrıca Risale-i Nurlarda yazılmış bazı kısımlarda bu iki esas üzerine şefkat ve musibet kavramlarının incelendiği görüyoruz. Çünkü Allah’ın şefkatkarane bir terbiyesi vardır. Mahlukatına duyduğu azim şefkat ve merhametten dolayı -ki öyle bir rahmet ki “Allah u Teâlâ rahmetini yüz parça yaptı da, doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün mahlûklar birbirlerine acırlar .(Buhari)”- bizleri ve diğer mahlukları şefkatli bir terbiyeden geçirir. Mesela, “Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm" diyecekler”
Bunun yanında Allah’ın bazen musibetlerle de insanları terbiye ettiğini Risale-i Nurun ilgili yerlerinden anlıyoruz. Örneğin, “Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.” Burada bu bakış açısı bizim musibetler karşısında sabrımızı artırmaya vesile olur.
Gerçekten de eğitimde kullanılan metotların ekserisinin yukarıda belirttiğimiz iki esas ile paralellik gösterir. Dersin ikinci kısmında, aranızdaki değerli eğitimcilerden gelecek katkılarla zenginleştirileceğine inanıyorum.
İnsanın kişisel olarak terbiyesi onun cüz’i ihtiyarisinin eline verilmiştir. “ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiştir.” diyen Bediüzzaman, Cenab-ı Hakk’ın o cüz'-i ihtiyarînin yularını da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verdiğini belirtir. Çünkü insandaki kuvvelere (Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiye-i gazabiye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.)fıtraten sınır konulmamıştır ama şeriatça bir hadd ve nihayet tayin edilmiştir.
Risale-i Nurun da insan terbiyesi üzerindeki etkisi başta müellifinin ve talebelerinin olmak üzere değişik çevrelerden insanlar tarafından dile getirilmiştir. Risale-i Nurun bu etkisini ve nedenini Zübeyir Ağabey bir mahkemedeki savunmasında şöyle dile getirmiştir: Ahlâk, edeb ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahib olabilmek için, kuvvetli bir imana sahib olmak lâzımdır. İman hakikatları, Risale-i Nur'da gayet kuvvetli deliller ve açık misaller ile anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. İşte Risale-i Nurun bu etkisidir ki Denizli hapsindeki zatları hüsn-ü ahlak sahibi yapmış ve bazı alakadar zatlara "Terbiye için onbeş sene hapse atmaktansa, onbeş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder " dedirtmiştir.
Sosyal hayatta kişilerin ise birbirinin üzerindeki terbiyesi emri bil maruf, nehyi anil münker ile olabileceğini de düşünüyorum.
Buraya kadar işlediğimiz bütün terbiyeler olumlu yönleriyle ele alınmıştır. Çünkü bunlar iman ve Kur’an eksenliydi. Lakin Risale-i Nurlarda başka bir terbiyeden de bahsedilmektedir. Terbiye-i medeni. Bu tabirin daha çok, istendik yönde davranış değişikliği olarak tanımladığımız eğitimin mimsiz medeniyet tarafından verilen sistematiğin yerine kullanıldığını görüyoruz. Bu terbiyenin sosyal hayatta dayandığı nokta, kuvvet olduğu gibi; Hedefi, "menfaat" bilir. Düstur-u hayatı, "cidal" tanır. Cemaatlerin rabıtasını, "unsuriyet, menfî milliyeti" tutar. Semeratı ise, "hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid"dir. Halbuki kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür... İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. bu terbiyenin sosyal hayat üzerindeki büyük etkilerden birisi de toplumun çekirdeği olan aile hayatı üzerindeki zararlarıdır. Küçük bir örnekle bu konuyu sonlandırmak istiyorum: Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o bîçare zaîfeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî muvakkat gençliğinde sever. Elbette ki böyle bir sevmek aile hayatında huzurun katili olur.