Seni anlatmayanlar, hep seni anlatıyordu. Bilmeyenler, senden bahsediyordu. Tanımayanlar, senden söz açıyorlardı. Hissetmeyenler, seni tarif ediyorlardı. Anlamayanlar, seni açıklıyordu. Sevmeyenler, aşkla yapışmış sana. Kızanlar, seni arzuluyordu. Konuşmadıklarıydı sözleri. Şükürsüzlükleri minnetleriydi. Körlükleri, gözlerinin kamaşıklığıydı. Gördükleri, görmedikleriydi. Görmedikleri, görmeden başka bir şey değildi.
Yokluk, varlığı bildirdi. Varlığı, yoklukta bildiler. Yokluk varlığın bir perdesi, bir basamağıydı.
Onun için tüm şarkılar, türküler, ezgiler, şiirler ve öyküler sanaydı ve sana yazılmayandı. Bütünü terk eden, azı da terk eyledi. Azı bırakmayan tümü de bulamadı. Azda çoğu gören, bütünü bildi.
Kuşatıcılığın amansızlığı, anın boğazını kesti. Kesik hırıltılar, anların zevki. Öncenin çığı ve sonranın seli lahza kelebeğini boğdu, kavşutun ağzında. Kelebek kanadının narinliği emellerin kırılganlığı, akabininde camdan denizin paslanmaz çelik tabanındaki kayganlığın akıcılığı, huzur. Varılamaz kıyının başa toslaması, her bilinçli olsa da istemsiz yazgı tünelinde.
Anlar niye var ki damla gibi sabırsız. Bilemedim hesabını, hacmin ölçüsünü bilenlere rağmen. Sızıntı, çatlak ve kırık ama deniz, buharlaşan veya karışan su damlacıkları.. Denizin olduğu yerde ve tüm suların çaresizce denize karışacağı yerde damlalarını sayan ahmakül hayal, ah toprak olsaydım der buharlaşma karşısında.
Denizin içinde, içinden ve içinedir her damla nihayetinde. Fakat her damla kendini anlatır. Az haklı çok eksikçe, her damla seni anlatır her kurumasında, kavuşmasında, buharlaşmasında, akmasında ve yaşamasında. Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibrayasından perdelenmiş, biz bize rağmen ve farkında olmadan seni bildik ve sana inandık.