Dönecek bir yerimiz olması ne güzel. Hayatı daha yaşanılır kılıyor. Kuşlar bile böyle mutlu oluyor. Bir yerlere, birşeylere ait olma; kaybolduğunda tekrar ayağını oraya basma, sırtını aynı duvara verme, aynı minareyi/gökdeleni arama meraklı gözlerle, savrulup gitmediği ve gitmeyeceği hissi veriyor insana. Tutunamayanlar'dan değilsin yani. Bir yere aitsin, bağlısın. Bir kulp var, bir halat. Hem de kopmayacak bir halat. Zaman, mekan, madde ve hareket aynı özden besleniyorsa; Einstein haklıysa eğer; bu sevinilmesi gereken birşey. Savrulup duran değilsin demek ki. 'Batıp gidenlerden' değilsin. Bir beka kokusu var âleminde.
Savrulmak fenadır. Faniliği hatırlattığından can yakar, içe oturur; azap olur vicdanda, sancır. Tutunmak iyidir; huşû verir, sükûnet ve odaklanma sağlar. Yoksa pek bir kararsızız. Ben öyleyim en azından. Nerede durduğumdan emin olamıyorum her zaman. Boşluğa düştüğüm o kadar çok zaman var ki. Hele yağmurlu havalar. Hele mezarlık ziyaretlerinde. İster vehim değin, ister delilik. İstişare etmeyi dahi, kararsız olduğum anlarda, "Hâlâ çemberin içinde miyim?" sorgulamasını yaptırdığı için severim. Okumayı da öyle. Bir çeşit sağlama bu. Kendine dair kutlanası güvensizlik. Bireyken insan hataya daha müsaittir. Fakat ümmet, nass-ı hadisle bildirilmiştir ki, dalâlet üzere birleşmez. Başkaları, sadece zincir değildir bu açıdan bakarsan. Ben'i sınama araçlarıdır.
Dönecek bir yerimiz olması güzel. Yolun başı. Yolun başı, tanıdık, sıcacık. Sıla diyorlar ona. Sıla-yı Rahîm. Rahîmiyetle bağlanması ayrıca manidar. Demek aidiyetin özel bir bağış. Rahman içre Rahîmiyet tecellisi, özel ikram. Seviyorum bir yerlere, birşeylere ait olmayı. Yolumu ne zaman kaybetsem, tekrar oraya dönüyorum. En başa, başladığım yere. Hatırlıyorum. Aksaray'a sırtını verip yönünü bulmak gibi İstanbul'da. İstasyon caddesini ezber etmek gibi Sivas'ta. Merkez camiinin minaresine sabitlenmek gibi Zara'da. Demek ki, tanıdıklık da bir aidiyet.
Bir vakit sen onun olmuşsun veya o senin olmuş. Aşinalık buradan. Tıpkı Vezir Ayaz'ın elbisesi gibi. Ve giyip aynanın karşısında dediği gibi: "Ey Ayaz, bir zamanlar bunları giyen bir köleydin, ne olduğunu unutma!" Yolun başı. Aranızda bir irtibat/intisap var. "İman bir intisaptır" diyor ya Bediüzzaman, bence yine bundan. Aidiyetine göre değeri var insanın. Yolun başladığı yer, yolun kıymetini belirliyor. Döneceğin yer kadar saadetlidir yolculuğun. Varacağın yerler önce yabancı, sonra fani. Sen oraların toprağından yaratılmadın. Yüzyıl dünyayı da gezsen, sırf eve döneceğin için seyahat güzeldir. Bana sorarsan namaz da öyle. Kur'an da. Ki Kur'an kendini bize iki şekilde de tarif ediyor: 'Sapasağlam kulp' ve 'kopmayacak halat.' İkisi de aidiyet, ikisi de intisap.
Dönecek bir yerimiz olması güzel. Namaz, gün içi kayboluşlarda döndüğün yolbaşı.
Kur'an, fikrin duracağı yeri şaşırdığında döndüğün yer. Acz, insanlığının başlama noktası. Fakr, yola çıkarken omzuna vurduğun yük. Hac, ilk dedenin (a.s.) bastığı toprak. Oruç, ilk açlığına dönüş. Dikkat ediyor musun, değerli ne varsa yolun başına bağlanmış. Sanki bir noktadan bir noktaya gitmiyor, bir daire çiziyorsun. Ve ne kadar letafetle Kur'an, defaatle diyor: "Onlar ki, kendilerinin gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O'na döneceklerine inanırlar." Müminleri bahtiyar kılan sahi bu mu? Sahi, ne diyecektim ben sana? Hah! Dönecek bir yerimiz olması güzel. Hayatı daha yaşanılır kılıyor.