Dördüncü Şua’nın binler meselesinden bir meselesi

Afife ARTIK

Maddiyyunluk hastalığına giriftar olduğumu az çok biliyordum ama bu hastalığın bu kadar ilerlediğini doğrusu hissetmemiştim. Sinsi bir hastalık gibi ilerlemiş, şimdi anlıyorum. Marifet burhanları hava gibi su gibi ve nur gibi olmasına rağmen ben sanıyorum ki maddi gözümle de göreceğim. Güya bir sabah uyanacağım ve ağaçlara bakınca Esma’yı göreceğim, bulutlara bakıp tavzif, tedbir, teshir fiillerini göreceğim. Her bir zîhayta baktığımda ise bin bir Esma’yı göreceğim.

Tam da Alice Harikalar Diyarında hikayesinde olduğu gibi. Her şeyin mahiyeti, hüvviyeti değişmiş olacak. Oysa göz sadece baş gözünden ibaret değil. Akıl gözümüz var, kalp gözümüz var, iman gözü var; var da var. Başımdaki göz her zaman maddeyi görecek (istisnalar kaideyi bozmaz) akıl gözüm külliyeti, nev’i; kalp gözüm Esma’yı görecek inşallah. İman gözüm de Dördüncü Şuada anlatılan ulvî manaları temaşa edecek. Üstadım bazen ‘iman gözü’ demiş bazen de ‘iman dürbünü’ demek îman kimi yerde göz gibi olacak bizim için kimi yerde dürbün. Yani bazı şeyleri bize ne kadar gösterse de bazıları için hakiki görmek ancak Cennette, o ulvi hakikatlere uygun zeminde olacak. Elbette ilmelyakîn aynelyakîn hakklayakîn mertebelerine de bakıyor bu mesele. Bir de ‘şuur-u îmanî var ki onu elde edenin deymeyin keyfine. O şuur-u îmanî ile bütün mevcudat kendi eli, kendi gözü gibi oluyor insanın. Bir kendi bedenimiz bir de kainat kadar ikinci bir vücudumuz… ve bu ikinci vücudumuz ile de hissedişlerimiz oluyor aynı kendi bedenimiz gibi. Bütün mahlukatın elemi ile elem çekip, bütün mahlukatın lezzeti ile lezzetlenebiliyoruz bu ikinci vücudu kazanmak ile. Mesela, kendi çapımıza göre, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamı üzen bir şey bizi de üzebiliyor ama öyle hayal ederek üzülmek gibi değil bu; aynı onu yaşamak gibi. Mesela bir insanın hidayetten uzak oluşuna üzülmek, ciğeri yanmak gibi. Hani Üstadım karşımda bir ateş var içinde evladım tutuşmuş yanıyor diyor ya işte bundan aldığı elem aynı Efendimizin aldığı eleme numunedir. Lezzet noktasında da aynı şekilde Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın Allah’a kul olmaktan aldığı lezzet ile de lezzetlenmek mümkün derecemize göre. Mahlukatın en eşrefi, en fazilletlisi ve kendisine en çok benzemek istediğimiz, hali ile en çok hallenmek istediğimiz olduğu için Efendimizi misal verdim. Onun hüznü ile hüzünlenip O’nun Aleyhissalatü Vesselam lezzeti ile lezzetlenmek kadar büyük bir şeref olabilir mi dünyada? Ne mutlu bize ki Üstadımız aynı lezzet ve hüznün numunesini yaşamış ve Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’a parlak bir ayine olmuş ve has talebeleri de bu manadan hisselerini ziyadesiyle almışlar. İman kurtarma hizmetinde aynı sahabe efendilerimiz gibi Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın manen huzuruna çıkıp yaşadıkları hayat ile “anam babam tatlı canım sana feda olsun ey Allah’ın Resulü” demişler. Kendi tabirleriyle ‘Zevkli ve şevkli bir ihram’a girmişler. Sünnete ittibaın esas olduğu bu yolda ilerlemişler. Allah bize de nasib etsin inşallah. Bu ifadem Hulusi Ağabey’in bir dersini hatırlattı bana, aktarayım: ihlas dersini okuyor Hulusî Ağabey cemaate, ve mesela diyor bir kardeşimizin çok güzel bir hasleti var bunu görünce ne deriz? ‘Allah bize de versin mi deriz?’ cemaat hep bir ağızdan amin diyor. Ağabey devam ediyor: “bunu demek ihlassızlıktır. Allah bu kardeşimizin bu güzel huyunu tezyid etsin” deriz. Bundan anladığım kadarı ile şu manaya dikkat çekiyor Hulusî Ağabey; kardeşlerimiz ile bir vücudun azaları gibi isek onda var da bende yok hissine kapılmayız, onu kendimizde ayrı görmeyiz, kardeşimizin meziyeti ile kendi şahsî meziyetimiz gibi iftihar ederiz. Onda var da bende neden yok demeyiz, onda olan ile şakirane iftihar ederiz. Ona en yakın dost, en fedakar arkadaş, en taktir edici yoldaş, ev civanmert kardeş oluruz. Evet Allah bize de nasib etsin deyince bu geldi hatırıma. Eğer şu aciz, fakir ve günahkar halim ile Risaleleri okuyor ve neşri için çalışabiliyor isem ve ona zıt bir mesleğe tarafgir de değilsem inşallah o dairede olacağımdan ümitvarım. Evet bir orduda komutana da ihtiyaç var (Şaban Ağebey’in verdiği misaldeki gibi) patates soyacak adama da. Ben de ordunun en arkasında yürüyen, vazifesi sadece patetes soymak olan adam gibi de olsam büyük şereftir. Önemli olan o ordunun mensubu olmak. Rütbem varsın olmasın; o şerefli komutan ile aynı ordudayım ya.

Evet konumuza devam edelim; demek insan imandaki şuur ile kainat kadar ikinci bir vücut kazanıyor. Bu aynı zamanda kainatın tamamından istifade edebilmesi demek oluyor. Kendi maddi bedenimizin bir şeyden istifadesi için maddi midemize gıdayı aldığımız gibi aynı külli kanun bu kainat kadar geniş vücudumuzda da caridir. İnsanda öyle geniş mideler var ki o midelerin gıdası tüm vücut alemleri kadar geniştir, yaratılmış alemlerin tamamı. Hatta vacib olan alemler ve Esma alemleri o midelerin gıdasıdır. Evvela insaniyet midesi var ki bu midenin önüne açılan sofra yani bu midenin istifade dairesi maddi ve manevi alemlerdir. İnsana has duygular da o sofraya uzanan el gibidir. Sonra İslamiyet midesi var ki önündeki sofra da gayb ve şehadet alemidir. İslamiyet ile insanın vücudu bu iki alem kadar genişleyebilir manasına geliyor bu. Bir başka deyişle şehadet alemi ne kadar sahici ise gayb alemi de en az onun kadar sahici ve algılanabilir oluyor. Sonra tahkiki iman geliyor ki bununla da vücut nimeti dünya ve ahireti içine alıyor. Yani bu midesini gıdalandırmayı başaran insan için dünya nasıl ise ahiret de aynen öyle oluyor. Ahiret ileride göreceği yer olmaktan çıkıp, şu an yaptığının ahiretteki halini, dünyayı görür gibi görüyor. Üstadın lise mektebi bahçesindeki kızların bazısının cehennemde azap çektiğini görmesi gibi. (bu duruma bakıp tahmin yürütmek değil bir göz ile bizzat müşahede etmektir) bu mertebede bir insan ağzından çıkan sözün Cennnete mi Cehenneme mi aktığını bilir, yaptığı işin ahiret alemindeki vücudunu görür. Ne yüksek bir mertebe değil mi? Ama daha bitmedi sonra imandaki marifet ve muhabbet geliyor yani bu marifet ve muhabbet de ayrı bir midemiz ve artık bu midenin mukabilindeki sofra âlem-i mümkinat ve âlem-i vücub ve daire-i Esma-i İlahiyye. Bu dairelere uzanan eli ise hamd-ü sena. Yani insan hamd-ü sena ile vacib alemler ve Esma-i İlahiyye’den istifade edebiliyor. Akıl hayran kalmakla beraber bu sıkleti çekemediği de açıktır. Ve nihayet son mertebeye gelmiş bulunuyoruz. İnsan daha bundan öte mertebe mi olur Esma ve Vacib alemlere kadar gittik daha ne olabilir ki diyor. Evet bir daha var o da şu; (bunu Dürdüncü Şuadan aynen yazacağım) “Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanıyla çok mahlukat üstünde bir tefevvuk verdi.” Zannederim bu tefevvuk öyle bir tefevvuk ki adeta bu nimete mazhar olan ile olmayan arasında bir taşla bir insanın arasındaki vücut mertebelerinin farkı kadar belki daha da çok fark var. Belki de bu mertebe farkı dünyanın bir taşı ile Cennetteki insanın farkı kadardır Allahu a’lem. (abartıyor olabilirim zira bu mertebe hayalime bile düşmemiş ki hayal edebilsem de tasvir etsem)

‘Üstada Tevafuk Etmek’ yazımda bahsettiğim gibi sadece bu Dördüncü Şuanın başında Üstad ‘bana tam tevafuk eden tam hissedebilir yoksa tam hissedemez kaydını düşmüş. Bu tevafuk meselesinin onun dertleri ile dertlenmek olabileceğini demiştim, şimdi de derim ki; bu hususî ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verilen zatlar üstada tam tevafuk eden zatlar olabilir vesselam…

Vesselamdan sonra olmaz kelam ama şunu belirtmek isterim ki; Allah hepimizi bu mahiyette yaratmış ve bu sofraları biz insanlara açmış dolayısıyla bu sofralardan istifade etmek, bu çeşit çeşit midelerimizin rızıklanması fıtratı yaşamak manasına geliyor. Şu düşünceden sanırım kurtulmamız lazım; şu an yaşadığım daracık cismani vücut dairesi fıtrî olandır, bu çoook geniş dairelerde pervaz etmek ise çok ender mübarek zatlara anca müyesser olur. Eğer böyle düşünürsek korkarım ki ölümü şu an içinde bulunduğumuzdan çok daha perişan bir halde karşılamak durumunda olabiliriz. Risale-i Nur bir hikaye kitabı değildir. Bize masal da anlatmıyor. Çalış çabala, Allah seni de insan olarak yarattı seni arza halife kıldı ve sana böyle böyle istidatlar verdi, bu dünyaya da istidatlarını nem’alandırasın diye gönderdi, onun bunun hakkında ahkam kesesin diye değildir.

Risale-i Nur fıtratı anlatıyor melek, insan, hayvan, taş, dünya, ahiret ne demek; insan gibi yaşamak ne demek, hadiselerin anlamı ne, nasıl yaşarsam insan gibi yaşamış olacağım…daha sayamayacağımız ve bu asrın insanının hatırına gelebilecek her soruya cevap veriyor. Kim ne ararsa içinde buluyor. Yeter ki arayan adam insaf ile Risaleleri okusun.

Kur’anın anlattığı ve Kuranın mucizevi bir leması olan Risalelerden öğrendiğimiz hakikî fıtratımızı bulmak ve yaşamak temennisi ile…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.