Kastamonu’da yazılan eserlerden biri Dördüncü Şua Ayet-i Hasbiye adını taşır. Altı bölümden oluşur. Eserin Kastamonu’nun zulüm ortamında yazıldığına dair metinde farklı kayıtlar vardır. Eser Kastamonu ortamında bir nokta-i istinad ve istimdad arayışıdır. Ayet-i Hasbiye bir sığınma öğesidir. Konunun başında giriş mahiyetindeki kısım bu istimdad ve istinad anlayışını doğuran nedenleri anlatır:
”Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrit ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum. Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli ve medet edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fena o bekayı söndürüyor. O hâletimde yanık bir şairin dediği gibi dedim:
Dil bekası, hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.
Meyusâne başımı eğdim. “Birden Hasbinallahüvenimelvekil” âyeti imdadıma geldi, dedi: "Beni dikkatle oku." Ben günde beş yüz defa okudum. Benim içinaynelyakîn sûretinde inkişaf eden çok kıymettar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.”
Kastamonu’da ehli dünya dediği şahıslar güllük gülistanlık bir dünya idare sistemi gösterilen şeyin arka planında görülmemiş, dayanılması imkansız zulümler yapılıyordu. Türk milletinin hem kendini hem sair milletleri toplayan, tevhid eden bütün seciyelerini modernizm maskesi altında silip süpüren, Osmanlının bütün toparlayıcı özelliklerini darmadağın eden, Osmanlılık kokan bütün eşhası bir bahane ile ahirete gönderen bir ne idüğü bellirsiz garip adamlar orta yerdeydi.
Osmanlıyı yıkanlarla Osmanlılık seciyesini yıkanlar arasında sinsi bir irtibatın olduğunu bu icraattan okumak hiç de güç değil. Bugün memleketin yarısı neredeyse yaşanamaz hale gelmişken diğer yarısı da her an ne olabileceği konusunda tereddüd içindeyken, bunların müsebbibleri o gün o icraatları yapan insanlardı. Ama onlar ileri görüşlü değildiler, bütün değerleri tırpanlayan bu anlayışın sahiplerinin bu topraklardan olmadığı malum, yoksa azıcık basireti olanlar bu yapılanların gelecekte çok büyük yanlışlara neden olacağını görebilirlerdi.
Bediüzzaman, beş çeşit gurbet, beş nevi hastalıklara düşmüştür. Altmış yaşında bir ihtiyar adam, ne olduğu konusunda henüz tam bir parametrenin olmadığı bu toplumda bugün dahi şüphe ile karşılanıyorsa hastalık daha müzmin devam ediyor demektir.
Kant ölünce bir zaman sonra mezarı başka yere tahliye edilirken insanlar ona olan sevgisinden kemiklerini çalarlar. Bütün felsefe tarihinin muzır fikirlerini sığaya çeken ve eleştiren ve yerine deva olan reçeteleri veren bir şahıs, bir merdiven altına hapsedilir, kendine bu zulmü yapanlara zalimler, tağutlar, hainler, daha başka tabirlerle hitap etmeyip sadece ehli dünya der. Hangi ehli dünya? Senden önce nicelerini beşik sallar gibi sallayıp onları gönderince sağlam ayaklar üzerine oturduğunu sanan adamlar o insanların Kastamonu toprağı altındaki inleyen kemiklerinin sızıntısından, zulmünden bugün rahat edemiyorlar.
Hz. Yakup eşi öldükten sonra yerine bir halayık alır. Bu kadının bir çocuğu vardır, ona süt verir. Hz. Yakup o kadının sütünün ancak Yusuf’a yeteceğini düşünerek küçük çocuğu satar. Kadın beddua eder “gözlerin görmesin, ayakların tutmasın” der. Hz. Yakup’un ayakları tutmaz, gözleri görmez olur. Birgün bir vesile Hz. Cebrail’in Yusuf’a cennetten getirip mağarada giydiği içliğini babasına getirir. Bu çocuk büyümüştür adı Beşir’dir. Onu babaya getirir baba o gömleği giyince birden gözleri açılır, ayakları tutar. O çocuğu annesi tanıtır peygambere. “O sattığın çocuk” der. Firak ne kadar zor? Çünkü Yusuf da satılmıştır. Peygamber “firak ne kadar zormuş” deyip ağlar. “Yaşadım, gördüm” der.
Mazideki zulümler şimdi başka şekillerde hortluyorsa bunun sorumluları mazide o sınırsız zulümleri yapan şahıslardır.
Bediüzzaman günde beşyüz defa hasbinallahı okur, ve ondan büyük bir dayanak alır. İnsan her gün beşyüz hasbinallah okuyabilir, çok fazla sürmez adet edilebilir.
Daha sonra İkinci Mertebei Hasbiye’de Kastamonu daha bariz olarak görülür. “Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlikve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengamda kalbime dedim. Elleri bağlı zaif ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O biçarenin yani benim için bir nokta-i istinad yok mu diye hasbünallahüvenimelvekil ayetine müracaat ettim.“ Kerbeleda katledenler, dünya ihtirasıyla bir peygamberin temsil hüviyeti olan bütün soyunu kırıp geçirmişti, ama kader bir-iki kişide yeni o soyu devam ettirdi. Bir imparatorluğu ve onu inşa eden ruhu yıkanlarla o Kerbela’daki insanları öldürenlerin mantığı aynı idi. Kerbela’da arta kalan bir-iki kişi gibi bunlardan herkesi bitirmişler birtek bir adam kalmış. Onu da yirmiye yakın zehirlemişler ama onu feda etmemeye kararlıdır, tasarımın sahibi. Ve o insan yine eceli ile ölür ama orduların taarruz ettiği, kırk derece ateşte küçük evini yirmiye yakın zulüm çetesinin bastığı o kişi bugün bütün o zulümleri yapanların ahirete mahkemeye gittiği hengamda ayaktadır. Bunu yapan bir garip adam değil Kadiri Zülcelaldir. Ve binyıl İslamın bayraktarlığını yapan bu milleti zayi etmemek isteyen Allah’tır.
İşte elleri bağlı zaif hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor, o ise tek ordusu olan Hasbinallaha sığınıyor ve bugün Hasbinallah sayesinde ayakta bütün haşmetiyle. Bu şuanın ışığı çok uzaklara gider.