Yıllar önce rutubet kokan bir odada ve yarı aç bir halde Suç ve Ceza’nın sayfaları içine gömülmüştüm. Roman bir günah gibi sarmıştı tüm benliğimi. Marmeledov’un meyhanede söyledikleri hala aklımda. “Yoksulluk ayıp değil mösyö ama sefalet…” Bir insan kendisini bu kadar mı kınar, bu kadar mı kendisi ile başı belada olur? Raskolnikov bir insan değil sadece kokuşmuş, insanlığını kaybetmiş bir toplumun vicdanı. Çevremiz hala Marmeledovlarla, Raskolnikovlarla, tefeci kadınlarla dolu.
Sonra Yeraltından Notlar, Ölüler Evinden Anılar, Kumarbaz, Budala, Cinler, Ezilenler, İnsancıklar, Beyaz Geceler, Karamazov Kardeşler takip etti. Yeraltından Notlar dünya itiraf tarihinin şaheseri. Okurken hiç şaşırmamıştım, kendimi bizzat öyle görüyordum çünkü. Kitap halime ve benliğime tutulmuş bir ayna gibiydi. Ondan sonra okuduğum St Augustinus ve Tolstoy’un itirafları çok yüzeysel gelmişti bana. Dostoyevski yasak bölge tanımıyordu, en mahrem alanlara pervasızca iniyordu. Onu okuduktan sonra sarsılmayan, şok geçirmeyen insan azdır.
Ölüler Evinden Anılar gerçi roman değil ama en az Yeraltından Notlar kadar etkileyiciydi. Sibirya’daki bir hapishanenin içler acısı halini bütün çıplaklıyla gözler önüne seriyordu. İnsanların ne kadar alçalabildiğini, yeri gelince nasıl insanlıktan çıkabildiğini içiniz ürpererek okuyordunuz. İnsanoğlu o kadar alçak bir yaratık ki zamanla her şeye alışabiliyordu. Dinlerin, ideolojilerin, ülkülerin çizdiği mutlu tabloları bir bir yıkıyordu kitap. Karşınızda maske takmadan, kostüm giymeden, poz vermeden sadece insan vardı, çırılçıplak insan, Ecce Homo vardı.
Dostoyevski hayatın en ağır, en katlanılmaz, en dayanılmaz acılarına şahit olduğu, hatta idamdan kıl payı kurtulduğu halde “suçtur umutsuzluğa kapılmak” diyerek her defasında umudunu koruyordu. Dostoyevski gibi karamsar ve bedbin bir ruhun umudu elden bırakmamasına, umuda inanmasına şaşırıyor insan. Prens Mişkin, Şatov, İvan gibi dünya karamsarlık tarihe geçecek karakterlerin mucidi bir romancının hala mutluluğa inanması gerçektende çok düşündürücüydü.
Karamazov Kardeşler Dostoyevski’nin en büyük romanı. Orhan Pamuk’un isabetli deyişiyle son bin yılın en büyük romanı. İvan, Dimitri, Alyoşa. Okurken kendimi mistik Alyoşa’ya daha yakın hissederdim. Gerçekte Dostoyevski bu üç büyük karakterin bütünü. Bu üç karakter Dostoyevski’nin içindeki ezeli çatışmaları gösteren üç güzel örnek. İvan kuşkuyu, Alyoşa kesinliği, Dimitri keşmekeşi temsil eder. Hangisi tam anlamıyla Dostoyevski? Dostoyevski hepsi, biri veya hiçbiri.
Dostoyevski İvan’dır diyen eleştirmenler buradan yola çıkarak Dostoyevski’nin inançsız olduğu söyler. Bunun aksine Dostoyevski Alyoşa’dır diyenler, Dostoyevski’nin tipik bir Hıristiyan olduğu söyler. Stefan Zweig Dostoyevski’nin agnostik olduğunu söyler. Bu kanaate bütün gönlümle katılıyorum. Elli dokuz yıllık kısacık bir ömrü bu denli yoğun yaşamış bir başka insan var mıdır, varsa bile haberimiz yoktur. Karamazov Kardeşler’deki İvan’ın entelektüelce konuşmalarından onlarca akademik makale derlemek mümkün. Dostoyevsiki'nin en büyük kudreti inançsızlığın nasıl kavurucu cehennemi bir halet olduğunu gösterebilmesinde.
Dostoyevski insanı, insan ruhunu bütün mistiklerden ve psikologlardan daha iyi tanıyor ve yazıyor. Modern tabirle ruh sağlığı yerinde olan tek bir kahramanı yok Dostoyevski’nin. Hepsi uçlarda gezen birer deli veya dahi. Ya hep ya hiç mantığı ile yaklaşırsak dünyanın en büyük romancısı Dostoyevski diyebiliriz. Ondan etkilenmeyen yazar, düşünür, sanatçı, filozof, entelektüel yok. Dostoyevski okuduktan sonra bir daha mutlu olamadım diyen Cemal Süreyya haksız mı? Ne kadar doğru bilmiyorum, insanların yalancı mutluluğunu yüzlerine vurduğu ve bunun sefil bir aldatmacadan ibaret olduğunu haykırdığı için Dostoyevski’yi kitlelerden uzak tutmak gerekir diye düşünüyorum ara sıra.
Dostoyevski hayatı toz pembe yaşayan kafalara bir tokmak gibi iniyor. İşkence pahasına düşünmesini sağlıyor insanın. İtiraf etmeliyim ki Dostoyevski’den sonra o kadar istememe ve çabalamama rağmen eskisi gibi mutlu olamadım artık. Bu istek içimde ölmedi ama onu gerçekleştirebilme ihtimaline olan inancımı yitirdim. İnsanı, tanrıyı, toplumu tanımanın ve bundan dolayı kalabalıklardan kopmanın acı bedeli bu belki de. Keşke diyorum, ezeli saflığımı yitirmeme sebep oldukları için Dostoyevski’yi ve ondan sonra aynı damarı taşıyan romanları hiç okumamış olsaydım! Belki hayatı, insanı ve hiçbir şeyi tanımazdım ama mutlu olurdum.