Sevgili dostum;
Mektuplaşmalarımızda başkalarından söz etmeden hep kendimizden, kendi dünyamızdan, kendi dertlerimizden, kendi acılarımızdan, kendi gizemlerimizden söz etmemiz konusunda bir fikir birliğine varmıştık galiba.
Ama sevgili dostum, biz insanız ya, insan olarak dünyanın ve hatta evrenin merkeziyiz. Dar ve geniş dairelerde olup bitenlerden etkilenmememiz mümkün değil. Bizim dışımızdaki olaylardan öyleleri var ki, kimi zaman bizi yerin dibine indiriyor. Bu olaylar bizi ne hale koyduklarını, içimizde hangi ihtilalleri çıkarttıklarını sen de bilirsin. İnsansak etkileniriz elbette. Ve kaç günden beri, hem televizyonlarda, hem gazetelerde yorumcu ve yazarlar bizi nerdeyse insanlığımız konusunda kuşkuya düşürmüşler. Ben ne yalan söyleyeyim, kendimden şüphe etmeye başladım. Vicdan, acıma duygusu, şefkat, duyarlılık gibi şeyler var mı bende diye. Haberleri dinledikçe midem bulanıyor; bir acayip oluyorum.
Benim öz vatanımda, kutsilerin kanlarıyla yoğrulan toprağımın üzerinde gezip tozan insanlarımın acımasızca yaptıklarının tasvirleriyle mektubumu lekelemek istemiyorum. Bu olayın çoğunluğun yorumlarıyla bir büyük “katliam” olarak tarihe geçeceği açıktır. “Katliam”ın bir kıskançlık sebebiyle gerçekleştiği şeklinde basit bir mantıkla izahı da mümkün değil. Böyle bir sebebi göstermekle olayı daha korkunç hale getirmekten öteye de geçemeyiz.
Sebebi ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz şartlarda, öncelerden bu zamana kadar birikmiş ihmaller zincirinde, insanlığımızı, insanlık duygularımızı birey ve millet olarak sorgulamanın tam zamanıdır, diye düşünüyorum.
Birey olarak kendimizden ne kadar bilgimiz var?
Vicdan nedir biliyor muyuz?
Başta acıma duygusu olmak üzere diğer duygularımız nerede?
Hiç mi hayvanların birbirlerine karşı sevgi gösterilerini izlemedik?
Hayvanların bile yapmadığı bu canavarlığı kendimize nasıl yakıştırabiliyoruz?
Hangi hayvan canavarı böylesi toptan bir kıyımı gerçekleştirmiştir?
Kırk yedi insanın delik deşik edildiği katliam yıkımımızla ancak hayvanla kıyaslanabildiğimizde bile hayvandan çok daha aşağı düştüğümüzün farkında mıyız?
Bu ne biçim öfkedir ki, bir değil, on değil, yirmi değil, otuz da değil, kırk altı bariyeri yeni bir öfke nöbeti ile aşıp tam kırk yedi insanın mezarını bir yerde açma ucubesini bize yaşatmış?
Bu ismi henüz konulmamış öfke ile tam bir cahil ve tam bir zalim damgasıyla damgalandığımızın farkında mıyız?
Sevgili dostum; millet olarak, politikacılar olarak, devlet adamları olarak, bürokratlar olarak, bilim adamları, sosyologlar, psikologlar, din adamları ve hatta tarihçiler olarak kendimizi sorgulamanın tam zamanıdır.
Bu güne kadar ne yaptık ya da ne yapmadık ki, bu “katliam” bir büyük tehlike uyarısı olarak tam karşımızda yolumuzu tıkamış?
Masum olarak doğan insanımızı nasıl böyle canavarlaştırdık?
Daha ne bekliyoruz ey politikacılar; unutmayın ki bu “katliam”ın kanı sizi de bizi de boğar!
Ne zaman silah yerine bilgi, saygı ve sevgi taşıyacağız insanlarımıza?
Özgür değerlerle doğan insanlarımıza kim özgürlüklerini hatırlatarak birbirlerine saygıda bulunmalarını sağlayacak?
Nerde planlamalarınız ey devlet adamları, ey bürokratlar; unutmayın ki gelen sel sizi de bizi de alıp götürür!
Hayvanların bile eğitilip medenileştiği dünyamızda, insanlarımızı hangi eğitim ya da eğitimsizlikle bunca utanmazlıklarıyla “Ye’cuc ve Me’cuc” haline getirerek, birbirinin etini parçalayarak çiğ çiğ yer hale getirdik?
Şapkayı öne koyma zamanın çoktan gelip geçmiş ey bilim adamları, ey sosyolog, ey psikolog, ey din adamları ve ey tarihçiler; unutmayın ki, bilginizin hiç olmazsa kırkta birini bu uğurda harcamadığınız sürece, cehalet canavarı sizi de bizi de keskin dişleri arasına alıp parçalar!
Yok, sevgili dostum! Bu “katliam”da senin de, benim de ve yetmiş milyon insanımızın günahı var. Bize düşeni yapmadık. Yapmadık görevimizi, hep çıkarımızı düşündük, kutsal metinlere kulağımızı tıkadık, özgürlük adına sorumsuzluğu, hayvanlığı, serkeşliği ve en nihayet canavarlığı biz istedik; bu uçsuz bucaksız dipsiz kuyunun tam kenarına kendi adımlarımızla geldik. Elbette zararın neresinden dönersek kardır. Olduğumuz yerde duralım o halde ve gaflet bulutumuzdan başımızı yukarıya çıkarıp güneşle direk temasa geçelim. Onun ışığı bizim yolumuzu tam ışıtabilir de tehlikeyi görebiliriz belki.
Sevgili dostum; yalnızlığım daha da koyulaştı şimdi; üstelik dermanım da kalmadı ve sağduyum da, bir çıkış yolu bulamaz haldeyim. Böyle söylemekle de senin iç dünyanı da karartmak, allak bulak etmek istemiyorum. Hiç olmazsa ben de tepkimi bu sönük kelimelerimle göstermek istedim. Sen benim duygularımı bilirsin.
Senin teselline muhtacım, sevgili dostum. Hoşça kal...