Dua; tazarru, niyaz, iltica, yalvarış ve yakarış demektir.
Dua; kulun duanın Cenab-ı Hak’tan inayet istemesi, niyazda bulunması, O’na sığınması, kendi acizliğini ve fakirliğini her şeye gücü yeten Kadir-i Mutlaka mahviyet içinde arz etmesidir.
Dua; küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya karşı yapılan niyaz ve temennidir.
Dua her şeyden önce imanın gereği olarak bir kulun Allah’a iltica ederek, O’nu tazim ve tebcil etmesidir.
“Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.” (Mektubat)
Dua; insanın acizliğini ve fakirliğini idrak edip, kudreti sonsuz, gınası nihayetsiz ve iradesi mutlak olan Cenab-ı Hakk’a sığınması, O’ndan medet dilemesi ve O’na teslim olup tevekkül etmesidir.
Bu inceliğe âyette şu şekilde işaret ediliyor: “De ki: Duanız olmazsa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?..” (Furkan Suresi, 25/77)
İnsan, Allah’a karşı âcizliğini ve fakirliğini ne kadar hissederse, ibadeti de o nisbette ihlâslı ve samimi olur; makbuliyeti ziyadeleşir.
İnsan işlerinde kendi gibi âciz ve fakir sebeplerden medet beklerse, o zaman tedbiri Allah’a bırakmamış, hikmetine itimat etmemiş, rahmetini de itham etmiş olur. Bu durumda dua özünü kaybeder ve bir kışırdan ibaret olur. İnsan Allah’a teslim olmalı, kadere rıza göstermeli, O'nun hikmetine itimat etmeli ve rahmetini itham etmemelidir.
"Tedbiri O’na bırakmak" demek, sebeplerden bütün bütün el çekmek mânâsına gelmiyor. Âdetullah muktezası olarak insan, tarlasını eker, lüzumlu ihtimamı gösterir, sebeplere riâyet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder, neticeyi O’ndan bekler ve hakkına razı olur. Tarlayı ekmeden mahsul alınmayacağını bilir ama tohumun da tarlanın da bir sebep olduğunu unutmaz.
Bir hasta, doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül eder ve sabır içinde şifa bekler. Bilir ki hekim de, ilaçlar da birer sebeptir, Şâfi-i hakiki ise Allah’tır.
“Dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyyedir.” (Sözler)
Ubudiyet de sırf Allah için yapılır. Duanın esası ve gayesi budur. "Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât Suresi, 51/56)
Duanın asıl mânâsı insanın acziyetini ifade etmesidir.
İstenilen arzuya kavuşmak asıl maksat değildir. Dua neticeyi elde etmek için değil, ibadet için yapılır. İhtiyaç sahibi olmak, bela ve musibetlere maruz kalmak, âciz ve zayıf olmak gibi haller, insanı tazarru ve niyaza, dua ve ibadete, Rabbine ilticaya ve O’ndan istimdat etmeye götürür.
Aç kalan insan Rezzak olan Allah’tan rızık ister, hasta kişi Şâfi olan Allah’tan şifa talep eder.
İnsanın nihayetsiz âciz ve fakir olarak yaratılması, onun Allah’a sığınmasına ve O’ndan yardım dilemesine vesiledir. Zaten ibadetin ruhu ve duanın sırrı da budur.
İnsanların ekserisi dünyaya meftun olduğu için, dua ve niyazlarında da genelde dünyevî saadet isterler. Hâlbuki dua ve ibadetin sebebi emr-i İlahi, neticesi, Allah’ın rızası olmalıdır. Sıkıntılar, bela ve musibetler duanın vaktidir.
Dünya hayatımız iki esas üzere yürüyor: Menfaati celp ve zararları def.
Manevî hayat da öyle; onun da faydaları ve zararları, dostları ve düşmanları mevcut. O da sıhhat bulabiliyor ve yara alabiliyor. O da besleniyor, büyüyor; hastalanıyor ve ölüyor...
İnsanın yaratılışında ibadet vardır, sığınma vardır, dua vardır... Ve insan, bu büyük şerefe kolayca ulaşabilmesi için son derece fakir ve zayıf yaratılmıştır.
Namaz, oruç ve sair ibadetlerin her biri ayrı bir duadır. Gözü güneşe kavuşturan Allah, bizi de cennete kavuşturmaya kadir; yeter ki, istemesini bilelim ve duamız kabul olsun...
“Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” (Fatiha Sûresi)
Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve her şeye muhtaç olan insan, nasıl dua kapısını çalıyorsa, aynı şekilde, defetmesinden âciz kaldığı hadsiz düşmanlarına karşı da istianeye başvuruyor, Rabbine sığınıyor, O’ndan medet diliyor.
Rabb-ül-âlemine hamd ile başlayan Kur’ân sûreleri, “Rabbülfelâk” ve “Rabbünnâs” olan Allah’a sığınmakla son bulur...
Uçan bir sineği tutmak isteseniz, sizin şerrinizden kaçar ve odanın kuytu bir köşesine sığınır. Ama o sineğe içinde uçuştuğu hava unsuru düşman kesilirse artık nereye kaçacaktır? Yapacağı tek şey kalmıştır: Hava unsurunun Hâlıkına sığınmak. Bizim de bütün mahlûkatın şerrinden, nefsimizin ve diğer insanların şerrinden Rabbülfelâk ve Rabbünnâs olan Allah’a sığınmamız bunun gibi...
İstemenin en ileri, en ulvî derecesi, Rabbimizden rızasını istemek, O’na imanda, O’nu sevmede ve O’ndan korkmada kemâle ermeyi istemek...
“Kalpler ancak O’nun zikriyle mutmain olur” mealindeki âyetin verdiği derin mesaja kulak vererek, O’ndan O’nu anmayı dilemek…
Bize bizden daha yakın olduğunun şuuru içinde, O’nun yakınlığını kalbimizde duymayı ve böylece O’nunla olmayı istemek.
Hulasa;
Dua; Allah'a karşı rağbet, niyaz, yalvarış ve tazarru da bulunmaktır. Dua daha geniş, umumi ve küllîdir; münacat, tazarru ve niyaz da duadır, dolayısıyla hepsini ihtiva eder.
Münacat; yalvarmak için yazılan dua veya manzumedir. Yani duanın yazılmış ve şiirleştirilmiş haline "münacat" deniyor.
Tazarru; kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak. Bu yalvarma, daha kalbi daha vicdanî ve daha derunî bir duadır. Öyle ki bu duada kelime ve cümleler değil kalp ve vicdanın bamteline dokunmak vardır.
Niyaz; yalvarma, yakarma, dua etme ve Allah’a karşı rağbet ve istekte bulunmak manalarına geliyor ki, niyazda biraz "hacet ve ihtiyaçları arz etmek" manası hükmediyor diyebiliriz.
Sorularla Risale