Onbeş-yirmi yıl öncesine kadar Cumhurbaşkanını halkın seçmesi, bu ülkede teklif bile edilemezdi. Resmi ideolojinin nazarında, “ahalinin”, Cumhurbaşkanını seçmek bir tarafa, siyaseten hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Bu otoriteye göre, halk dediğin, niteliksiz bir “yığın” idi. Halka, “eli sopalı“ adam lazımdı. Bu yüzden halk, hep “cahil oy çoğunluğu” olarak görüldü. Böyle bir halk, Cumhurbaşkanını seçmenin “öznesi” olmamalıydı ve olamadı.
Bugün, “benim oyum dağdaki çobanın oyuyla eşit mi” diye imtiyaz arayanların söylemi, eski Türkiye’de halka hor ve hakir bakışın yanında masum kalır. Çünkü, halka şapkayı zorla giydiren onlardı, “yakası yağlı, kasketli” diye şapkası sebebiyle hakaret eden yine onlardı. Halkı adam yerine koymayan bu anlayışın en güçlü sözcüsü, o zamanki ilkelerin halen mirasçısı, bugünkü Ana Muhalefet Partisi idi. Faşizmin şef kırması Genel Başkanı meydanlara çıkar, halkı irtica ile korkuturdu. Partinin arka bahçesindeki akıl hocası “aydın” seçkinlere göre ise, “halk kendi haline bırakılmaya gelmez”di. Kendi haline bırakılırsa, “ya Said Nursi’yi veya onun göstereceği birisini seçerdi.” Devrimciler bu zillete, zinhar razı olamazlardı. Aksi takdirde, M. Kemal’in “kafaların koparılması” formülü hemen devreye sokulmak gerekirdi.
Bu anlayışın elindeki eski Türkiye’de halk, hiçbir zaman “siyasi rüşte” sahip kabul edilmedi. Cumhurbaşkanını “tayin etmek”, hep vesayetin imtiyazı oldu. Bu imtiyazı kullanmak için, gerekirse, tanklar yürütülür, Meclis kuşatılırdı. Bu da yetmezse, uçaklar alçak uçuşa geçerdi. Rastlantı bu ya, “genç subayların rahatsızlığı”, hep böyle dönemlere denk gelirdi. Rahatsızlık, milletin ve meclisin haddini bilmesi için, sahibinin sesi yayın organları tarafından, manşet üstü ciddiyetle “ilgilisine” duyurulurdu. Haklarını yememek lazım, milleti Cumhurbaşkansız bırakmamak için, aday bulmak konusunda çok mahirdiler !… Eksik olmasınlar, millete aday bulma zorluğu yaşatmazlardı. Hep de Genel Kurmay emeklisi paşaları öne sürerlerdi. Ne de olsa, halkın seçtiği iktidarları ikide bir devirerek, “vatanı badirelerden kurtarmanın” o kadarcık ücreti olmalıydı! Hiç tenzilat ve tenkisat yapmadan, yani biraz da başkası seçilsin demeden, o ücreti hep aldılar ve ülkeyi Cumhurbaşkansız bırakmadılar!
Eski Cumhurbaşkanları da, bugünkü gibi devletin birliğini ve “milletin bütünlüğünü” temsil ederlerdi. Fakat büyük çoğunluğunun baskın bir özelliği vardı: Milletin kutsallarına hakaret etmek önemli bir misyonları idi. Bunu yapmayan görevini ihmal etmiş sayılırdı. Hiç birisi bu töhmetin altında kalmak istemez, kutsallara hakarette adeta yarış ederlerdi. Olur olmaz vakitlerde, resmi törenlerde kutsallara ve dindarlığa uluorta hakaretleri, sıradan becerileri idi. Bu hakareti, en etkili bir şekilde yapmak için mutlaka dini bayram mesajını beklerlerdi. Milletin bayramını zehir etmenin bir yolu olmalıydı, bunu da başarırlardı.
Nereden nereye?...
Vesayet köprüsünden çok sular aktı. Adım adım da olsa, özgürlüğe yolculuk sürüyor.
Daha dün seslendirilmesi bile hazmedilemeyen beklentiler, birer birer hayata geçiyor. “Cumhur”, artık asaleten Başkanını seçebiliyor ve “özne” haline geliyor.
Ne var ki, elli yıl önceki ana muhalefet partisi, aynı sıfatla “halka rağmen”ci misyonunu hala sürdürüyor. Millete güvensizliğin tortularını bir türlü üzerinden atamıyor. Her zaman “cihet-i askeriye”den alıp kullandığı vesayet bastonu kırıldığı halde, anayasa değişikliklerini sabote etmekten geri durmadı ve durmuyor. Hatta 2007’deki 27 Nisan Muhtırasını kurumsal olarak sahiplenmekte hiç tereddüt etmedi. Böyle muhtıralı zamanlarda “Meclisin feshi veya dağıtılması”na varıncaya kadar her şey konuşulurdu. Bu defa öyle olmadı. İlk defa bir hükümet, yaptığı açıklama ile o muhtırayı paçavraya çevirdi. Ana Muhalefet dahil kimse gıkını çıkaramadı. Antidemokratik yolla 11. Cumhurbaşkanı seçtirme operasyonu tutmadı. Sonuçta Cumhurun dediği oldu.
Cumhuriyeti kurmakla övünen ana muhalefet partimiz, çok zararını gördüğü halde demokratik değişime uzak durmaktan yakasını, bir türlü kurtaramıyor. Yaşadığı seçim kayıplarıyla bu tutumun ağır onur bedellerini ödüyor, ama hiç dert edinmiyor. Bu defa Cumhurbaşkanlığında “kendi adayımızı göstereceğiz” dediğinde, “hah işte, şimdi tam doğruyu gördü” demeye kalmadı, onda da yanlış yaptı. Son belediye seçimlerinde olduğu gibi Cumhurbaşkanı seçiminde öne sürdüğü adayın kimliğine bakıldığında, rakip olduğu çevrelerden devşirme adaylarla siyaset yapmayı “yol” haline getirdiğini gösterdi.
Siyaseten, kökü kurumuş anlamında “ebter” olduğunu, seçilmeye değer siyasi kadrolar ve projeler üretemediğini kendi tercihleriyle adeta itiraf eder duruma düştü.
Biz biliriz ki, özgürlükçü ve çoğulcu toplumlarda, “muhalefet, meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.” Millet adına etkili denetim yapar. Bizim ana muhalefetimiz, denetim yapmak bir tarafa, Cumhurbaşkanlığı seçiminde bile ödünç adaylarla ayak oyunları oynamayı seçiyor. Cumhurbaşkanı seçimi bir tarafa, partiler üstü bakılması gereken ve ülkenin hayati gündemi olan demokratikleşmeyi ve barış sürecini, her fırsatta saboteyi siyaset zannediyor. “Millet o partiyi ihtiyarıyla iktidara getirmeyecek” hükmünü adeta tescil ediyor. Ne yapalım, destekçilerine Allah sabır ve kolaylık versin. İşleri zor görünüyor…