İnsan bazen öyle bir noktaya gelir ki; bir tarafta dünya bütün ihtişamıyla ve cazibesiyle insanı etki alanına alır. Diğer yanda “ne gözün gördüğü, ne kulağın işittiği ve ne de insanın kalbine hutur ettiği cennetteki” ebedî saadet göz kırpar insana. Lâkin imanın ve vicdanın telkiniyle insan, içinde bulunduğu lüks ve ihtişamdan dolayı, orayı kaybetmekten korkar. Evet, kaybetmekten herkes korkar. Fakat kayıpların en dehşetlisi, ebedî hayatı ve saadeti kazanmak veya kaybetmektir. İşte tam bu noktadayken hayatî bir tercih ve seçimle karşı karşıya kalır insan!..
Aslına bakılırsa; değil dünyevî bir geleceği, bir serveti, bir iktidarı kaybetmek; belki “herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâ tereddüt sarf edecektir.”[1] Çünkü ebedî saadeti kazanmanın yanında, insan bütün dünyayı kaybetse bile onun yanında çok basit kalır. Çünkü dünya hayatı geçici olduğundan bir gün mutlaka ölümle son bulacaktır. “Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölümün, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”
Ahiret hayatı ise ebedidir, ölümle başlayıp sonsuza kadar devam edecektir. Dünya hayatıyla ahiret hayatını birbiriyle mukayese etmek veya benzetmek pek doğru bir yaklaşım olmaz. Çünkü birbiriyle kıyas edilemeyecek derecede güzeldir. Aslında insan; bu dünyada iken birazcık da olsa ahiretin kokusunu alabilse ve nereye gittiğini ve nereye sevk olunduğunu bilse, dünyaya dönüp bakası bile gelmez. Bediüzzaman Hazretleri’inin: “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline (Cenab-ı Hakkın Cemalini görmeye) mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda (dünyaya ait sevilen şeyler) ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”[2] İfadeleri karşısında insan, dünya hayatının ahirete nispeten ne kadar sönük olduğunu daha da iyi anlıyor. Evet, dünya hayatı belki nefsanî arzu ve istekler yönünden insana cazip gelebilir. Fakat dünyanın her türlü süsü, makamı, malı-mülkü ve zenginliği sonuçta hepsi geçici ve fani olduğu için alakaya değmez, insanın asıl hedefi, ahreti kazanmak olmalıdır. Ahreti kazanmanın yolu ise dünyadan geçer. İnsan, dünyada elde ettiği makam ve mevkilere fazla sevinmemeli, kaybettiği zaman da üzülmemeli. Çünkü her an insanın elinden çıkabilir. “Zira dünya durmuyor, gidiyor, insan da beraber gidiyor.” Her insan da bu dünyada bir yolcudur. Belli bir zaman sonra insan vücudunda vatan edinmeye başlayan hastalıklar, ölümü ve dünyanın geçici olduğunu hatırlatan işaretlerdir.”
Bu dünyada hepimiz her an imtihandayız. Zenginlik bir imtihan olduğu gibi fakirlikte bir imtihandır. Onun için maddeten zengin olanlara bakıp aşağılık kompleksine girmenin bir anlamı yoktur. Çünkü “bu zemin yüzü acele hareket eden kàfilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”[3]
Dünyadaki lezzetler, çok cazip ve çekici olsa da ahiretteki lezzetlere nispeten çok basit ve sınırlı kalır. Dünya gözüyle bu hayata bakıldığında belki insana çok cazip gelebilir. Fakat ahiret hayatıyla mukayese edildiğinde, son derece değersiz ve sönük düşer. Kuran-ı Kerimde; “İğreti-sefil (dünya) hayatı, ancak aldatıcı hazdan ibaret bir şeydir.“[4] Aslında “varılacak yer olan ebedî hayatın bütün güzellikleri Allah katındadır.” [5] Onun için Yüce Allah, kullarını oraya teşvik için davet ediyor.
Yüce Allah, dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu şöyle haber vermiş: “Hayır, siz peşin olan dünya hayatını seviyorsunuz da, ahireti bırakıyorsunuz.”[6] Buyurur. Hâlbuki “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet de olsa Cehennemdir.” Çünkü “Ömür sermayesi pek azdır, (yapılacak) lüzumlu vazifeler ise pek çoktur” Onun için zamanımızın “Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saatı kısa ve fâni olan şu dünya hayatına, bir saatini de beş (vakit) namaza ve bâki olan hayata sarf etmek lâzım gelir ki, dünyada paşa, âhirette geda (dilenci) olmayasın!"[7] diyor zamanın Bedii!..
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “bizimle ahiret yurduna gelecek olan -iyi veya kötü amellerimizdir.” Bu sebeple Yüce Rabbimiz, ahiret hayatımızın saadeti için bizden emirlerini yerine getirmemizde ısrar ediyor!.. O halde biz de tükenmek bilmeyen nefsanî arzularımızın esiri olmadan, verilen emanetleri yerinde kullanmaya gayret gösterelim. Başımıza gelen her olayda hikmet penceresinden bakarak, değerlendirmeye çalışalım. “ince eleyip sık dokumadan olayların içinde boğulmadan, “çaresi olan şeylerde acizlik göstermeden, çaresi olmayan şeylerde de ceza’a sarılmadan” sızlanıp ah vah etmeyelim!.. İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler.” Bediüzzaman Hazretlerinin de “Pencerelerden bakıp içlerine girme” ölçülerini kendimize rehber edinmeye çalışalım.
Yaşadığımız sıkıntılara isyan etmek yerine, her olayın arkasındaki hikmet yönüne bakmaya çalışalım. Çünkü şikâyet ve isyan, çözüm değildir. Şikâyet ve isyan etmekle sadece kendimize zarar vermiş oluruz. O zaman da kaderi tenkit etmiş oluruz! "Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır."[8] Bir insanın, “Cenâb-ı Hak böyle takdir ettiği için ben de böyle yapıyorum” diyerek, kadere farklı şekillerde itirazda bulunması ona bir fayda getirmez, aksine onu felâkete götürür!..
Bela ve musibetlere karşı kazaya rıza ve tevekkül ile karşı koyarak, maddî musibetleri hafifleştirerek, kökü kesilmiş bir ağaç gibi kurutmaya gayret gösterelim!..[9]
Dünyanın, ömrün, hayatın, kısaca her şeyin geçici olduğunu, bela ve musibetlerin de geçici olduğunu, fakat bütün bunların arka planında hep Onun olduğunu, Sosuz merhamet sahibi olan Yüce Rabbimiz’in olduğunu görmeye çalışalım ki, rahat edelim!..
[1] Şualar, 11. Şua, Dördüncü Mesele
[2] Yirminci Mektup, On birinci Kelime
[3] Şualar, On Birinci Şuâ, İkinci Mes'elenin Hülâsası
[4] Ali İmrân – 185
[5] Al-i imran/14
[6] Kıyame/20-21
[7] Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale
[8] Uhuvvet Risalesi, Beşinci Vecih, Dördüncü Düstur
[9] Bkz. Lem!alar,İkinci Lem’a. İkinci mesele