(7. Şua – Âyet-ül Kübra Risalesi’nin 1.Makam’ının 1.Basamağı’nın İzahı)
Muhteşem Âyet-ül Kübra Risalesi’nin 1.Makam’ının 1.Basamağı olan bu yazı, aslında risalenin tamamının izah metni için bir deneme olarak yazılmıştı. Yani aslında “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur İzah Metinleri” kitabımızın Allah’a İman başlığı içinde Âyet-ül Kübra Risalesi’ne de yer vermeyi tasarlıyorduk. Fakat Tabiat Risalesi izah metinleri hiç tahmin etmediğimiz kadar genişledi ve gelişti. Risale-i Nur’un, tevhidi en güzel delillendiren seçme bölümlerinden beslenerek, kendi başına yeterli bir hale geldi ve başka risaleye yer vermemize ihtiyaç bırakmadı.
Hem bu nedenle, hem haddimizin üstünde olan böyle bir yükü kaldırma takatimizin yokluğundan, hem de kitap hacminin daha da fazla artmaması için, bu temel risaleye kitabımızda yer veremedik. Âyet-ül Kübra Risalesi’nin mukaddemesine zaten “Tabiat Risalesi Açılımları” kitabımızın içinde yer vermiştik. (Bu bölüm, www.kesifyolculuklari.com sitemizin ana sayfasındaki “İmanî Meselelere Doğru Taraftan Bakmak” isimli görsel/interaktif yazıdır.) İstedik ki, bu harika risalenin 1.basamağının izah metnine burada yer verelim. Böylelikle tamamını okumaya içinizde bir merak ve arzu uyansın. Biz de içinde güzel tespitler bulunan bu deneme metnini sizlerle paylaşmış olalım.
Ayet-ül Kübra: “Büyük delil” diye ifade edilebilecek bu tabir, esere isim olarak verilmiştir. Eserin başarıyla gerçekleştirdiği hedefi ise: Yukarıda geçen ve her şeyin Allah’ı zikrettiğini bildiren ayet gibi pek çok ayetlerin gerçek manasını ve çok yüksek hakikatini yorumlamakla, Allah’ın varlığına büyük bir delil olmaktır. Bunu da, kâinattan yaratıcısını soran bir seyyahın gördüklerini anlatarak yapacaktır. “Zikretmek”, lügat manası olarak “anmak, hatırlamak” demektir. Ayetlerde geçen her şeyin Allah’ı zikretmesinden kasıt ise, her şeyin Allah’ın varlığını bildirmesi ve varlığına bir delil olması ve onun namına hareket edip onun emrinde bir memur olması ve şuuruyla olmasa dahi varlığıyla ona bir çeşit ibadet etmesidir. Ve bunu da, ancak Allah’ın ilmi, kudreti ve hikmeti ile yapabileceği, yoksa kendi başına kalsa, altında ezileceği vazifeler aracılığıyla, O’nu göstererek ve O’na işaret ederek yapar. Kâinat, sahip olduğu düzenlilik ve ifade ettiği anlamlar sebebiyle bir kitaba benzetilir.
Dünyaca ünlü fizik profesörü Max Tegmark evrendeki matematiksel düzenlere dikkat çekerek bir açık oturumda şöyle söylüyor: “Galileo bile kâinatın matematik diliyle yazılmış büyük bir kitap olduğunu haykırdı. Çünkü o zamanlar keşfedilen astronomik düzenler onu hayrete düşürmüştü.”
Oxford Üniversitesi’nden matematik profesörü Marcus du Sautoy, New Statesman dergisi için kaleme aldığı makalesinde, “CERN’deki bilim insanları kesinlikle Galileo ile aynı görüştedir. Yani kâinat, matematik diliyle yazılmış büyük bir kitaptır.” diyor. Nasıl ki, Kur’an’ın her bir ayeti Allah’tan bahseder ve O’nu tanıttırır ve O’na delildir. Zaten ayet, kelime manası olarak “açık delil” demektir. Öyle de, şu kâinat dahi büyük bir Kur’an gibidir ve her bir satırı ve sayfası, cisimleşmiş bir “ayet” gibidir. Yaratılmış her bir mevcud, bu kâinat kitabını yazan zâtı tarif eden ve varlığını bildiren bir delildir, bir ayettir. Esere “Âyet-ül Kübra” isminin verilişine, şöyle bir anlam da yüklenilebilir: Bu eser, büyük Kur’ân olan kâinatın cisimleşmiş ayetlerini tefsir etmektedir!
Monotonlaşan hayatımız içinde sıradan görünen ve soru sormadan içinde yaşamaya alıştığımız dünyaya ve kendimize, dışarıdan gelen bir gözlemcinin gözüyle baktığımızda göreceğimiz manzara tam da şu değil midir: Bu gezegene kendi isteği ve haberi olmadan gönderilmiş yabancı bir uzaylı.
Gerçekten de öyle değil midir ki, anne karnındaki karanlığın içindeyken, birdenbire daha önce hiç görmediğimiz acaip bir yerde, hiç tanımadığımız başka başka canlılarla karşılaşmış buluyoruz kendimizi. Bir adaya gözleri bağlı olarak götürülen ve adada baygın bir vaziyette bırakılan bir insanın, gözünü açtığında ilk sorması gereken; “Ben neredeyim? Beni buraya kim ve neden gönderdi?” sorusu olmayacak mıdır?
Aynen tam da bu şekilde gönderildiğimiz dünyayı anlamlandırma çabasıyla, etrafımıza dikkatle baktığımızda göreceğiz ki:
* Bu yerin, birdenbire içine atılıp fakat geçici olarak içinde durdurulduğumuz bir misafirhane olduğu anlaşılıyor. İçinde rastgele bulunmuyoruz. Çünkü cömertçe ikramlarla ağırlanıyoruz.
* Hem âdeta birileri seyredip hayran kalsın diye kurulmuş olduğunu ve üstündeki sanatlarda özel olarak çalışıldığını ve tesadüfe imkân bırakmayacak şekilde kasten süslendiğini düşündürtecek derecede güzel ve muhteşem bir sergi yeri vaziyeti bulunuyor.
* Hem milyonlar adette ve türde canlılar, âdeta bir ordunun askerleri gibi kalabalık oldukları halde çok düzenli işliyorlar. Çok çeşitleri ve fertleri bulunduğu halde, her türün ve her birinin, tümünün menfaatine hizmet eden görevleri var. Kendilerini savunmak için şaşırtıcı silahları var. Her birinin kendi hayat şartlarına göre şekillenmiş özel elbiseleri var. Hâlbuki kendi kendilerine bunları yapmak ve bu düzenli işleyişi yürütmek için gerekli kabiliyete sahip görünmüyorlar.
* “Ekosistem” kelimesi, aklın sınırlarını zorlayan, çok hassas bir ölçü ile ayarlanmış, düzenlilik ve süreklilik arz eden bir işleyişe isim olmuştur. Bu tabir, “canlı ve cansız her şeyin birbiriyle sürekli olarak etkileşim içinde var olduklarını, birbirlerinden bağımsız ve rastgele hareket etmediklerini ve onların sadece kendi faydaları için rastgele yaşamadıklarını ve böyle görmenin de hata olduğunu” ifade ediyor.
* Kendileri bilmese de, hiçbir şeyin tesadüfî olarak hareket etmediğinin göstergesi ise; yapılan işte şuur sahibi olunmadığı halde, şuurlu bir faaliyeti gerektiren hizmetlerin, her şey ve herkes tarafından kolayca ortaya koyulmasıdır. Hem her şeyin âdeta bir dişlinin çarkları, bir fabrikanın bölümleri gibi çalıştırılarak, sistemin ortak fayda ve dengesinin netice verdirilmesidir. O halde sormamız gerekiyor: Perde arkasında olduğundan gözümüze görünmeyen, fakat varlığı akıl gözüne görülen “gizli işleyici” kimdir?
İşte böyle çokça düşündüren ve akla hayret veren, göze ve gönle güzel gelip keyif veren bir yer, bu özellikleriyle faydasız ve anlamsız olmaktan çok uzak düşüyor. Bu orduların kumandanı, bu misafirhanenin sahibi ve kâinat denilen bu büyük kitabın yazarı acaba kimdir ve nasıldır diye bilmek istemek ve O’nu aramak ve tanımaya çalışmak; elbette ve herhalde akıl ve şuur sahibi bir insan olmanın gereği olduğundan, bizim seyyahımız dahi bunu çok merak ediyor ve en önce göze çarpan ihtişamlı göklere bakıyor..
Tevhid hakikatini, yani yaratıcının varlığını ve birliğini ispatlamak için; en evvel göze çarpan ihtişamlı göklerden bahseden Kur’an ayetlerinden alınan derse uygun olarak, en parlak bir tevhid sayfası olan göklerin, yaratıcıya nasıl delil olduğu izah edilerek esere başlanılmaktadır. Eser metninde, yine ezberleri bozan ve alışılmışlık, monotonluk perdesini yırtıp atan ifadeler görüyoruz:
* ”Yüz binler gök cisminin direksiz düşürmeden durdurulması ve birbirine çarpmaması.” Bu türden ifadeler sakın basit gelmesin. Basitlik içinde çok derin ve ince gerçeklerden bahsediliyor. Düzenlilik arz eden ve bir intizama tâbî olan ve her yerde görülen faaliyetlerin, bilim adamları tarafından bir takım “tabiat kanunlarıyla” izah edilmesi veya sebeplerinin bulunması ile “artık o meçhul hakikat anlaşılmış ve gizemi çözülmüş” gibi anlatılması sizleri kandırmasın.
Evet, tabiattaki faaliyetlerinin oluşması, bir takım sebeplere bağlı olarak ortaya çıkıyor. Ve evet, tabiatta bir takım kanunlaşmış işleyişler var, fakat bu kanunlar var diye eşyalar öyle hareket etmiyor. O tabiat kanunlarının maddî bir vücudu yok. Sadece hayalî meridyen çizgileri gibi, işleyişi anlamamıza yardımcı olmak için, eşyanın hareketinin intizamlı olarak hareket etmesinin ve rastgele ve tesadüfî davranmamasının, yani bir iradeyle çalıştırılmalarının bir ifadesi ve tercümanıdır tabiattaki kanunlar. Nasıl ki, bir hâkim karar verir ve karar uygulanır. Ve verilen kararın maddî bir vücudu yoktur, kendi başına uygulama gücü de yoktur, hâkim olmasa idi, kendi kendini karara da bağlayamayacaktı! O karar, sadece hâkimin iradesinin bir ifade şeklidir, yapılmasını istediği şeylerin ortaya çıkış tarzıdır. Karar, ancak bir “hüküm”dür, “hüküm koyucu hâkim” olamaz.
Aynen böyle de, tabiattaki düzenli işleyişe verilen süslü isimler olan tabiat kanunları, eşyanın meçhul olan mahiyetini izah etmez ve edemez. Çünkü adı üstünde sadece bir kanundur, kanun koyucu olamaz, kudret olamaz. Ortada hala fâili meçhul bir kudret ve irade faaliyeti vardır! Onlarca topu ortaya karışık olarak attığınızda, bunlar düzenli olarak ne yörüngelere girerler ne birbirlerine çarpmamazlık ederler ve ne de havada asılı kalırlar. Gökte de böyle olmalı idi. Ancak birden tam da mükemmel bir düzen işlemeye başlıyor ve işleyişin işlettiricisini aramak yerine, istikrarından ötürü o işleyişe ve o işleyişin kaidelerine süslü bir isim veriliyor. Ve hop! Tamamdır artık. O bilinmez ve hayranlık uyandırıcı, mucizeli olayın düzenli işleyişinin sırrı, sanki birden anlaşılır oldu, sıradanlaştı.
Örnek mi? Elbette, verelim hemen: En meşhurları: Yerçekimi kuvveti olarak bildiğimiz kütle çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvet. Bu dört temel kuvvet, mükemmel bir güç dağılımı ile madde evreninin oluşmasına imkân verirler. Kuvvetler arasındaki bu oran, o kadar hassas bir denge üzerine kuruludur ki, ancak ve ancak bu oranlarla, parçacıklar üzerinde gereken etkiyi yapabilirler. Bu hassas dengeli işleyişe ve düzenliliğine verilen dört tane isim! “Neden ve kim tarafından” sorusuna cevap vermeyen, “Nedir ve nasıl işler” sorusuna cevap veren süslü, fakat içi boş isimler ve sadece işleyişin bir tarifinden ibaret olan fâili meçhul anlatımlar…
* “Yıldızların yağsız yandırılması ve gürültü çıkartmadan idare edilmeleri.”
Bakınız eser metninde geçen bu ifadeler yerine, yıldızların oksijensiz uzayda harıl harıl milyarlarca sene sürekli nasıl yandığını, çok bilmiş bilimimiz nasıl izah etmiş? Hangi ifadelerin hakikatin ifadesi olduğunu anlayalım birlikte. Önce bir farkındalık kazanabilmemiz için şu noktaya dikkat çekeceğiz: Bilim tarafından verilen cevap, “Güneş yandığı için yanar; yıldız, yıldız olduğu için parlar” türünden bir saçma sözden daha anlamlı ve gerçek sebebini izaha yakın değil.
Lütfen şu ifadelere bu gözle bakınız:
“Uzaya çıktığımızda oksijenin olmadığını görürüz. Güneşe baktığımızda ise, harıl harıl yandığını görürüz. Peki bu nasıl oluyor? Cevap çok basit. (?!) Güneş enerjisini kendi üretir. Güneşte çok yüksek bir sıcaklık ve basınç mevcuttur. Dev bir hidrojen deposu da diyebiliriz. Yapısında hidrojen ve helyum atomu vardır.
İş hidrojen ve helyum atomunun reaksiyonundadır. Bu iki atomun birbiriyle reaksiyona girmesi, ortaya muazzam bir enerji çıkartır. Bu enerji ısıdır. Ve bu reaksiyon sonucunda yıldızlar parlar.”
Bu ifadeler karşısında nasıl da aydınlandık ve hayret ettik değil mi! Farkında mısınız, olayın kendisinden ve işleyiş şeklinden daha ötede bir kıymet ifade edecek hiç bir şey anlatmadı. Daha da ilginci, anlatım üslubuna dikkat ederseniz, her gün yeniden hayran kalmaya değecek ihtişamdaki bir olayı, nasıl da sıradanlaştırarak ve basitleştirerek takdim etmiş. İşte dinsiz bilim, böyle hakikatsiz bir safsata! Aman kanmayın! Kesin olarak bilin ki: Eşyanın gerçek hakikatini yalnızca Kur’ân ders veriyor ve diyor ki: “O, güneşi sizin için bir lamba yaptı…” İşte gerçek hikmet…
* Güneş ve ayın, mevcut düzenleri ve vazifeleri ve faydalı neticeleri, âdeta itaatkâr bir asker gibi çalıştıklarını gösteriyor, biz de görüyoruz.
* Mesafeler birbirinden çok uzak olmasına rağmen, işleyişin her tarafta aynı tarzda ve aynı şekilde olduğu görülüyor.
* Sayısız gök cisminin karmakarışık ve birbiri içinde müthiş bir hızla hareket etmelerine rağmen, normal şartlarda meydana gelmesi beklenilen “kaos”un, düzensizliğin ve sayısız çarpışmaların, göz gözü görmeyecek derecede karışıklığın, kirliliğin ve süprüntülerin oluşması gerekirken, bunlardan hiç birinin olmamasıyla, göğümüz gayet temiz ve intizamlı ve “güzel” görünüyor.
Tüm bu faaliyetler sonuç veriyor ki: Ortada açık bir idare etme fiili var ve görünüyor ve o idare etmenin içinde, emir altına alarak görevlendirmekten ve bir düzen içinde temizliğe dikkat ederek çekip çevirmekten ortaya çıkan büyük bir hakikat görünüyor.
Bu hakikat dahi, kendi varlığı, şu idare edilen ve emir altında çalıştırılan kâinatın varlığından daha kesin ve zorunlu olan ve gökleri yaratan bir yaratıcıyı akıl gözüne gösteriyor ve kat’î olarak bir idare edicinin varlığını istiyor. İdareciyi inkâr etmek içinse, önce “intizam ile idare etme”nin, yani kâinatın hakikatini inkâr etmek gerekiyor.