Ehl-i dünyanın mü’minler hakkında geliştirdiği, ve ne garip, mü’minlerin de kabullendiği bir tasavvur vardır. Meselâ geçen yılın son deminde yirmi yıldır işgal ettiği koltuğu terketmeye mecbur kalan bir meş’um simanın bu tasavvuru hâkim kılma yönünde öyle bir başarısı sözkonusudur ki, kendilerini öylelere kabul ettirmek için bir mü’min sima olarak tanındığı hayat yolculuğunda ‘şarabın tadından başka herşeyini bildiğini’ açıklamaya girişenler dahi sözkonusudur. Dünya, sadece ehl-i dünyanın değil, nice mütedeyyin insanın gözünde dahi, dünya ehlinin iyi bildiği yerdir. Dünyayı en iyi onlar bilir, dahası dünyayı sadece onlar bilir. Mü’min, onların bildiği bu dünyada çok şey bilmez halde dolaşan bir yabancı gibidir.
Bu tasavvur zamane mü’minlerin zihinlerine öyle yer etmiş olmalı ki, birazcık ehl-i dünyayla temasa geçen her ehl-i dinde, dil ve yaşayış yönünden bir başkalaşma kendini peşinen belli ediyor. Tadını bilmese de şarabın muhabbetini yapabilenler; eline ve dudağına puroyu alıştırıp iyi puro hatıralarıyla rüşdünü isbata girişenler; iyi çikolatanın adı ve tadı üzerine konferans verebilir dereceye kadar kendilerini ‘geliştiren’ler; araba markaları ve modelleri, araba koltuklarının deri kalitesi, Louis Vitton çantaların veya Gucci ayakkabıların son otuz yıllık ‘tarihî’ seyri; parfüm piyasasında son kırk yılda kimin nasıl bir aşama kaydettiği; lüks ev döşemesinde ‘in’ler ve ‘out’lar.. derken, dünyayı en iyi ve hatta sadece ehl-i dünyanın bildiği kabulü üzerinden, ehl-i dünyanın ‘dünya’sını merkeze alan bir dil, üslup, alışkanlık, hobi, yaşama biçimi mü’minlerin dünyasına da o derece sirayet ediyor ki ‘dindar ehl-i dünya’ gibi bir absürd tarif ‘garip ama gerçek’ bir olgu olarak karşımızda arz-ı endam ediyor. Örtülü; ama ehl-i dünyanın hayatıyla da örtüşen hayatlar. Ne yazık, bugün en büyük hobisi ‘okyanusta köpekbalığı avlamak’ olan ‘dindar ehl-i dünya’lar dahi var aramızda.
Durum, bu.
Durum bu; çünkü, ehl-i din bu ülkede ve küresel ölçekte ehl-i dünyaya karşı bir ‘psikolojik yenilgi’yle mâlûl durumda. Bu psikolojik yenilgi ise, bir ‘ontolojik boşluk’tan besleniyor.
Gerçekte dönemin ‘süper gücü’ olarak İngiliz siyasetinin imali iken kendisini ‘yerli malı’ olarak takdim eden ‘the British Project’in bütün gücüyle ve imkânlarıyla üstüne geldiği bir vasatta “Sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim ahiretime karışmayın. Sizin dünyanız sizin başınızı yesin ve yiyecek” diyen; onu bir ‘savaş esiri’ muamelesini reva görüp oradan oraya sürmelerine karşılık “Madem bu dünya bir misafirhanedir, hakiki vatan değil; her yer birdir. (...) Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır” diye cevap verebilen Bediüzzaman’a mukabil, ehl-i dünya ne kadar da tesir icra ediyor bugünün ‘dindar ehl-i dünya’sının üzerinde...
Onların sınıfına kabul edilmek, onların sınıfından atılmamak, onların “Siz de dindarsınız, ama başkasınız” cümlesini bir iltifat olarak kabullenmek üzere duyabilmek adına, dinden, mukaddesattan, farzdan, sünnetten neler neler feda ediliyor buralarda...
Çünkü, bir ‘psikolojik yenilgi’miz var. Onların dünyası, bizim de ‘Kızıl Elma’mız. Dünyayı bilmek onların marifeti diye bildiğimiz için, ‘dünyalı’ olabilmek, aralarına kabul edilmek, dışlanmamak hatırına, onların ‘dünyası’na onların tariflerine razı olarak adım atıyoruz.
Halbuki, haberciliği dahi bir ‘sitcom’a dönüştürmekle övünen zevatın, gazete ve televizyon üzerinden ‘yaşam tarzı’ ihracına kalblerimizi ve zihinlerimizi aşılı tutabilseydik; hele ki, onların yazılarını okumaya ve yaşam tarzlarını izlemeye ayırdığımız vaktin en az kırkta birini Kur’ân’ı anlayarak okumaya ayırabilseydik, meselâ şu âyet, en azından mânâsıyla ve mealiyle, bu topraklarda yaşamış bütün mü’minlerin ezberinde olurdu:
“Onlar, bu dünya hayatından, yalnız zâhirini bilirler. Ahiretten ise, gafillerin ta kendisidirler.” (bkz. Rûm sûresi, 30:7)
Eski Yunan ve Roma’nın modern evlatlarının hâkim olduğu bir dünyada daha bir manidar bir Rûm sûresi âyetidir bu. ‘Dünyayı bilme’nin hakiki tarifini ortaya koyan; ve hakikatten gafletin yol açtığı ontolojik boşluğa cevap getirdiği gibi, o boşluğun sonucu olan psikolojik yenilgiye de deva sunan bir Rûm âyeti...
İlgili âyetten anlaşıldığı üzere, dünya hayatının bilgisi, ‘zâhiri’nden ibaret değildir. Dahası, asıl bilmek, bâtınını ve derûnunu bilebilmek olduğuna göre, sırf zahir yüzde kalan bir bilgi hakikat-ı halde bir zan ve vehimden, asılsız bir tasavvurdan ibarettir. ‘Dünya hayatından bilgi sahibi olmak,’ zahirinin ötesinde ve derûnunda, dünyanın asıl keyfiyetini bilmekle mümkündür; ve âyetin devamından anlaşıldığı üzere, böyle bir bilgi ancak dünyayı ‘ahiret’le bilenlerin kârıdır. Dünyayı bilenler, dünyayı ‘ahiretle birlikte’ ve ahiretin tarlası olarak bilenlerdir. Dünya hayatından sadece zahirini bilenler, bu zahiri asıl ve öz olarak bilip, ahirete bakan yüzünü görememekle, tam bir gaflet içerisindedir. Dünya hayatını gerçekten bilenler ise, onun zahirini, bâtınıyla birlikte bilebilenler; dolayısıyla dünyayı bir ‘oyun ve oyalanma; bir süs; bir böbürlenme; mal ve evlatça bir çokluk yarışı’ (bkz. Hadid, 57:20) olarak değil, bilakis esmâ-i hüsnânın meşheri ve ahiretin tarlası olarak bilenlerdir.
Hayır, onlar, kalıplarına, hele ağızlarına bakınca adam sanılsalar bile, ‘duvara yaslanmış kütük gibi’dirler (bkz. Münafikun, 63:4). İçleri koftur. Bildiklerini sandıkları dünyanın derûnu ve bâtını sözkonusu olduğunda bütün marifetleri, “Her insan doğar, yaşar ve ölür”den öteye geçemeyen derin ve anlamsız bir boşluktur.
Onların karşısında ezilmenin ve yenilmenin âlemi yok; hayatın nasıl yaşanacağının tarifini onlara bırakmanın da.
Onlar dünyayı ‘olduğu gibi’ bilmiyorlar, biz biliyoruz. Onlar bu dünyada nasıl yaşanacağını bilmiyorlar, biz biliyoruz.
Zira, onlar dünya hayatından sadece zahirini bilirlerken, Kur’ân mü’minlere dünya hayatını zâhiri ve bâtınıyla bildiriyor...