Bu söz Hindistan bağımsızlık hareketinin siyasi ve ruhani lideri olan Gandhi’ye aittir. Gandhi (1869-1948) yılları arasında 79 yıl yaşamış, Güney Afrika’daki Hint topluluğunun hakları ile ülkesi olan Hindistan’ı sömürge etmiş İngilizlere karşı Hintlilerin hakları için mücadele etmiş, “gerçek ve kötülüğe karşı aktif ama şiddet unsuru içermeyen direnişler” göstererek halkları arkasına almış ve sonunda İngilizlerin ülkeden ayrılmalarını sağlayarak başarıya ulaşmış alçakgönüllü bir liderdir.
Bediüzzaman ise (1877-1960) yılları arasında Anadolu’da yaşamış bir İslam alimidir. Gandhi ve Bediüzzaman aynı kuşağın insanlarıdır. Bediüzzaman 1. Dünya savaşına talebelerini yanına alarak gönüllü alay komutanı olarak Kafkas cephesinde katılmış, savaşmış ve bazı talebeleri o savaşta şehit olmuş ve kendisi de sonunda Ruslara esir düşmüştür. Sonra esaretten kurtulup İstanbul’a geldiğinde İstanbul İngiliz işgali altındadır. Emperyalistler burada da işbaşına gelmek, Osmanlıyı parçalamak istemektedir. Ve tam da bu sırada Anglikan kilisesinin başpapazı o günkü Diyanet işleri başkanlığı makamı olan Meşihat-ı İslamiye’den 6 sual sorar ve 600 kelime ile cevap ister. Bu soruların cevaplanması görevi de Diyanette bir kurul olan Dârül-Hikmetil-İslâmiye’de görevli Bediüzzaman’a verilir, o da sorulara şöyle cevap verir:
“Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hattâ bir kelime ile değil, belki bir tükrük ile cevab veriyorum.
Çünki o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.. demiştim."
Evet! Verilen mücadeleler sonrasında Hindistan da kurtulur, Anadolu da. İşgalciler geldikleri gibi giderler. Ya sonra ne olacaktır? Manevi işgaller nasıl kalkacaktır? 1.Dünya savaşı sonrası Osmanlı imparatorluğu yıkılmış yerine elimizde sadece Anadolu denilen toprak parçası kalmıştır. İslam dünyasının hali ise çok perişandır ve bu perişanlık günümüzde de devam etmektedir. Hem maddi alanda perişandır hem de manevi alanda.
Maddi alandaki perişanlığı gidermek hükümetlerin işidir. Manevi alandaki perişanlığı gidermek kimin görevidir? Bütün İslam âlimlerinin elbette. Onlar görevlerini yapmışlar mıdır? İşte Bediüzzaman da kendi adına bu ızdırabı yaşamakta, yangını söndürmek için su sıkmak istemekte ve bunu da şöyle ifade etmektedir:
*Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler! (Tarihçe-i Hayat)
Bu devrin en büyük sorunu, iman zaafiyeti idi, öyleyse onun takviye edilmesi gereklidir. Taklit içinde olan halkın tahkiki imanı bulmadan kurtuluşu mümkün değildir. İnsan, önce işe kendinden başlamalıdır. İşte Bediüzzaman da öyle yapar, kendi nefsi için yazmaya başlar, yazdıklarının hepsine daha sonra Risale-i Nur adını verir.
Ruhları muhtaç, kalpleri yaralı olanlar Bediüzzaman’ın kendisi için yazdığı bu eserleri arayıp bulurlar, okurlar, bir araya gelirler, kardeş gibi olurlar. Risaleler, Kur’andan süzülmüş bir ilaç gibi gelir okuyan insanlara.
*Ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Kim isterse beraber dinlesin.(SÖZLER,1.Söz)
*Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.(SÖZLER, 21.Söz)
*Ey insan!” dediğim vakit, nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münâsebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyâr zâtlara, belki medâr-ı istifade olur. (LEMALAR,14.Lema, 2.Makam)
*Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi dâvet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi arayıp buluyorlar. (MEKTUBAT, 16.Mektup)
Milletin manevi yaralarını sarmak için gayret gösteren birçok alim vardır, bir sürü de yazılmış kitaplar. Bediüzzaman son derecede alçakgönüllüdür, yazdığı eserleri kendine maletmez ve Risale-i Nurların diğer eserlerden farkını şöyle anlatır: O, yalnızca bireyi değil, bin seneden beri yaşanan büyük bir çöküntüyü, İslamiyetin kalesinde açılmış gedikleri, yaralanmış kalpleri ve kamu vicdanını, cahil halkın dayanak noktası olan İslamiyetin bozulmaya çalışılan esaslarını ve kırılmaya çalışılan şeairlerini de yeniden kurmayı kendine hedef almıştır. Bu hedefine giderken eldeki kaynak da Kur’andır. Onun manevi bir mucizesinden çıkmayan bir eser bu konuda başarıya ulaşamaz. İşte Risale-i Nurlar kendinde bu özellikleri taşıdığını herkese göstermektedir.
* Risâle-i Nûr, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevisinden çıkan Risâle-i Nûr o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır. (SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ)
*Hem bu yazdığım hakîkatler benim fikrim, malım değil; belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir lümme-i şeytânî ve vesveseci bulunduğu gibi, bir lümme-i ilhâm ve melekî bulunduğuna ehl-i hakîkat ve diyanetin hükümlerine binâen, benim kalbimde dahi herkes gibi, bâzen ihtiyarım haricinde ve fikrimin fevkinde hatırıma bir hakîkat hutur eder. Yani, Kur’ân’dan mânevî bir canibden bir nevî ilhâm hükmünde, bir güzel nükte ifhâm edilir, demektir. (SİRÂCÜ’N-NÛR)
Bediüzzaman eserlerinde hep kendini karşısına alır, kimseyi suçlamaz, kendi nefsine hitap eder. O bilir ki en ziyade tenkit edilecek olan şey insanın nefsidir. Ve nefsine hitaben şu ifadeleri kullanır:
*Ey bedbaht nefsim! Ey şikemperver nefsim! Ey sabırsız nefsim! Ey sersem nefsim! Ey dünyaperest nefsim! Ey nâdan nefsim, bil ki! Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım!
Sen, ey mağrur nefsim! Sen ey riyâkâr nefsim! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim! Ey tenbel nefsim! Gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Ey kör nefsim! Ey ayıplı ve kusurlu nefsim! Ey sû-i vesveseden meyus nefsim! Ey feryat eden nefsim!
Evet, dünyayı değiştirmek istiyorsan işe ilk önce kendinden başlamalısın, kendi nefsinde yaşamadığın şeyleri başkalarına nutuk atarak söylersen hiçbir tesiri olmaz. Merkez önce kendini, sonra aileni, yakın çevreni sonra diğerlerini almalısın. İradeni istediğin yönde kullanırsın, iyi de kötüye de kullanmak senin elindedir. Yaptıkların senin şahitlerin olacak, hesabını da hem bu dünyada hem de ahrette sen vereceksin.
“Sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.(SÖZLER, 21.Söz)