Bazı insanlar, dünya hayatını, tartışılmayacak kutsal değerler listesinin başına yerleştire dursun; birileri de onu bütün detaylarıyla tartışmaya açıyor. Dünyevileşmenin insanı ne hale getirdiğini en pervasız şekilde dile getiriyor.
Oyun filmini seyretmelisiniz. Amerikan yapımı Michael Douglas’ın oynadığı bu film, tam bir seküler örnek olan ağabeyini bu feci hayattan kurtarmak için, kardeşinin hazırladığı büyük bir senaryo. Dolayısıyla bu hastalığın, insanı ne kadar insanlık dışı bir hale getirdiği de ortaya konuyor. Sadece kendini, kendi menfaatlerini, yakın zevklerini, acil kârlarını düşünen, bunlara ulaşmak için de herkesi, her şeyi, her mânâyı feda edebilen acımasız bir zenginin, kendinden başka hiç bir değer tanımayan hayatı müthiş dünyevileşme örnekleriyle dolu. Bütün akıl ve vicdan sahipleri onun tamamen dünyevileşmiş ilk halinden nefret ederken, daha sonra ulaştığı hâli daha insanî bulacaklardır. Tavsiye ederim, seyredin.
Sekülerizm, “Laik düşünce, dünyevîlik.” diye ifade ediliyor. (Her ne kadar Batı için biraz nüanslar ihtiva ediyorsa da…) Bu çok doğru ve isabetli bir tarif, ancak ifade edildiği gibi basit değil. Dinin, dünyayla, hayatla, karıştırılmamasına; yaşayışın, dinî ahlaktan uzaklaştırılmasına; dinin, hayata tesir ettirilmemesine sekülerizm deniyor. Bu tarz, bu felsefe, bütün hayatı, dünyayı etkiliyor.
Bazıları dinin, dünyadaki yerini istihzâi bir tarzda anlatmaya çalışırken, birileri de dünyanın, dindeki yerini, biraz eksik, biraz hikmetsizce ortaya koyuyor. Ama çoğunluk, kendi değer listesinin başına koyduğu dünya hayatından kötü bir niyetle bahsedilmesine bile asla tahammül edemiyor. Halbuki onu Yaratana göre; “Dünya hayatı ise aldatıcı bir yararlanmadan ibarettir.(57:20)
Ancak yine de Sekülerizmi Avrupa’daki manasıyla değil de bizim dünyamızdaki şekliyle algılamanın da önemini belirterek devam emek istiyorum.
Dünyevileşme ile ilgili bir seminer çalışmasında söylenen: “İnsanda, bazı temel fikirlerde zamanla zayıflama olması, yaşamayla ilgili esasa müteallik fikirlerin hafiflemesi, onlarla ilgili ünsiyet oluşması, değer ölçülerinin âdiyattan addedilmesi, ” ifadesi sekülerizm ile ilgili oldukça açık bir başka özelliğin izahıdır, denilebilir.
Önceki yıllarda Köprü dergisinde “Rappit Koş” adlı çağdaş bir Amerikan romanı özetlenmişti. Önceleri inancının verileriyle, sağlam değer ölçüleriyle yaşayan Rappit, zamanla o sıkı sıkıya bağlı olduğu kriterleri, çevre ve nefsinden gelen dürtülerle hafife alıyor. Daha sonra o fikirlerinin arkasında ısrarlı durmamaya, duramamaya başlıyor. İş burada da kalmıyor. Zamanla karşı fikirleri normal telakki etme meyli ortaya çıkıyor. Sonra gayesiz, vicdani yönlendirmelerden uzak bir tarzda yaşamaya başlıyor. Fakat önceleri bu halinden ruhen rahatsızlık duyarken; zamanla, yeni yaşayışında her şeyi normal telakki ediyor. Bir müddet sonra da diğerleri gibi değer ölçülerinden tamamen uzak, lezzetlere tâbi, güdülerinin etkisinde, hodgâm, hod-endiş bir tarzda, hem de hiç ızdırap duymadan, gönül huzuruyla (!) devam eden bir hayat seyri sergiliyor. Bu anlatılan örnek, adeta sekülerizmdeki merhaleler olarak düşünülebilir.
Son yüzyılda gelişerek, bir taun gibi insanlığı tehdit eder hale gelen bu konuda, yine ayni hastalığın tesiriyle “telaş edecek bir şey yok” diyenler olduğu gibi, tehlikenin boyutuna dikkat çekenler de artık az değil. Batı dünyasında, İsa AS’ın Din-i Hakikisine bağlı samimi Hıristiyanları, ilmî tavır sahibi aydınları, bu dünyevileşme meselesi çok meşgul ediyor. Sadece ilmî makalelere değil romanlara, filmlere konu etmişler, insanları uyarmaya çalışıyorlar. Biz sekülerizme, daha ziyade Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatıyla bakmaya çalışalım.
Cenâb-ı Hak’kın: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.”(6:32-47:36) ; ” Size ne verilmişse, dünya hayatının nimeti ve süsüdür. Allah katındakiler ise daha hayırlı ve devamlıdır...”(28:60) demesine;
Resul-ü Ekrem’in ASM’ın: "Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin sizlere açılmasıdır!"(Kütüb-ü Sitte-940); Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar."(Kütüb-ü Sitte –1941) ; “Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının,...”(Kütüb-ü Sitte-1944); "Allah bir kulu sevdi mi, onu dünyâdan korur. Tıpkı sizden birinin hastasına suyu yasaklaması gibi”( Kütüb-ü Sitte-947); "Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlatları var. Sizler âhiretin evlatları olun. Sakın dünyanın evlatları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok."(Kütüb-ü Sitte-948) ifadelerine rağmen; maalesef, “Medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor....rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor...Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. (Sözler-213)
Bu ifade, ayni zamanda asrın hastalığının tarifidir. Dünya-Ahiret dengesinde insanın meyli değişik sebeplerle dünyaya meyletmeye görsün. Bu sefer başka bir süreç başlar. Artık, “günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor”(Lem.-581) Hatalı davranışlar, bozulmalar, âdeta damla damla, adım adım gelişir; insan, bilerek veya bilmeyerek çok kötü derekelere düşebilir. Bu cümle müthiş bir sath-ı mâili bize çok açık bir şekilde anlatır. Bediüzzaman’a göre hastalığın sebebi de bellidir.“Milletin kalp hastalığı za’f-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”
Bu dünyevileşmede en müessir sebep Vahyi dinlemeyen dinsiz felsefedir. ”..diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır. (Sözler-243)
Epey zaman önce gazetelerde bir sol partinin eski yöneticisi bir beyin, partiden ihraç edilmesi haberini okurken ülkem ve milletim adına üzüldüm. Geçmişte onu bir TV. programında sağ ve sol kavramları ve sosyal demokratlığı anlatırken seyretmiştim. Kendi meselesine vukûfiyeti dikkatimi çekmişti. Kemâlat nerde olsa sevilir. (Allah’tan daha sonraları ona gayretini sergileyebileceği bir başka partide yer verildi…)
Bu satırları yazarken çok başarılı bir sol partili Belediye Başkanı beyin de başına ayni durum geldi. Tek başına partisinden çok oy alabilecek kapasitesi, birilerini rahatsız etmiş olacak ki adamcağıza etmediklerini bırakmıyorlar. Beni ilgilendiren, partilerinin misyonunu çok iyi temsil edebilmelerine, üstün başarılarına rağmen, ayni fikirdeki başkalarının, kendi şahsi menfaatlerini esas alıp onları yok etmeye çalışması, solculuğun da nereye geldiğinin göstergesi olmasıdır. Hak hukuk diyen solcular da kendi menfaatleri için davalarını terk edebiliyorlar artık. Halbuki dava esas olsa, öncelik davanın güçlenmesi olsa, güçlü olan korunur. “Az olsun, benim olsun “, “Benden sonra tufan” anlayışları esas olursa durum farklı olur.
Gerçi solda görünenlerin, sağ diye nitelenen yerde de çok örnekleri hep görüne geldi. Ayrıca, hemen yarım asırdır, her şeye rağmen uzun süreli ve sağlam bir birleşme sağda da, solda da hiç görülmedi. Bu gidişle olacağını da pek sanmıyorum. Her iki taraf da müthiş güce ulaşmak yerine, kendilerinin başta olması için her şeyi göze alabiliyorlar. Artık mefkûreler değil de şahsî menfaatler hükmediyor galiba.
Hele işçi hakları için çalıştığını söyleyen bazı sol sendikacıların o lüks arabalarına, lüks hayatlarına ne demeli. Bunlar fakir halk ve işçi hakları için var olduğunu söyleyen, mülkün adil dağılımı için ortaya çıktığını iddia eden solculuğun, neresinde olabilir.
İlk banka soyguncularından, solcu Kadir Kaymaz’ın, İzmir mahkemesindeki “Banka soyanı değil, kuranı gebertin” sözünü, bugün nereye koyarsınız. Davasının geldiği nokta sebebiyle, yaşıyorsa kalbi titriyordur. Birçok bankanın; emek sahibi, ancak sermaye sıkıntısı çekenlere finans sağlama adı altında, nasıl zengini zengin, fakiri fakir yaptığı iyice tebeyyün etmiş olacak ki, iktisat ilmi sıfır faizin hedef olduğunu çoktan ilan etmiş bile. İlmin verileri değil de menfaatler esas olunca, değil diğer insanların, belki milletlerin mahvolması bile çok önemli değildir. Ülkelerinde, iktisat ilmi gereği % 2–3 faizi geçemeyen güçlerin, bunun 3–5 katı faizi İMF kamuflajıyla başka milletlerden alması hangi insanlığa sığabilir. Hal-i âlem bu minval üzere hâlâ devam ediyor.(Allah’a şükür devletimiz, son İMF borç taksidini bu günlerde ödemek üzere)
Hep hodgâmlık, hod-endişlik hükmediyor. Her yere, her şeye sirâyet eden bir bozulma, değer ölçülerinden uzaklaşma söz konusu.
Eğer, bir mücadelede Kur’an’ın korunması esas ise, mağlup olup yere düşerken elindeki Kuran’ı, ayakta güçlü şekilde durana verip, çamura kendisiyle beraber düşmesine engel olmak ölçü olarak anlatılır. Eğer mücadele edenlerde gaye, Kur’an’ın korunması değilse, böyleleri mücadelede mağlup olurken Kur’an’ı kendilerini korumak için kalkan gibi kullanmaya bile kalkabilir, O’nun kendileriyle beraber çamura düşmesinde bir beis görmezler. Bu ihlas ve samimiyet tespitinde harika bir mihenktir. (Sunuhat–2050) Her konuda samimiyet, ihlâs aranır ve olmalıdır.
Öğretmenin hedefi eğitim ve öğretim; doktorunki, sağlık ve sıhhatin temini; sanatkârın, mesleğinin en iyi icra edilip hünerin gösterilmesi ve kaliteli ürünler yapılması; emniyet mensubunun ise asayişin sağlanıp, adaletin temin edilmesidir. Para kazanmak, dolayısıyladır, tebeîdir. Dünyevileşme ise her şeyde olması gereken samimiyetin yok olduğu bir yaşayış tarzıdır. Çünkü artık dünya ve ondaki mutluluk esastır. Din ve ahiret dâhil her şey ona hizmet edecek tarzda değerlendirilir. Bütün meslekler artık rotası dışında faaliyet göstermeye başlar.
Üniversitede, Milliyetçi gruptan, lider özelliklerinde, sevdiğim bir sınıf arkadaşım vardı. O zamanlar, sağlam ölçülerle, müspet bir tavır sergiliyordu. Beraber, Mehmet Akif’in Köse İmam’ını tiyatro olarak oynamaya kadar o yıllarda çok faydalı, çok müspet faaliyetlerde çalışmıştık. Yıllar sonra kendi düşüncesinin temsil edildiği bir partinin milletvekili olarak Fidel Kastro’nun Küba’sında, bir plajda, ağzındaki puro, bikinili kızlarla poz verirken gördüm, inanamadım. Başkalarına göre gayet normal olabilir; bana çok ters geldi. Heveslerine esir oluşuna mı, bu heveslerini komünistlerle giderdiğine mi yanmalı bilemiyorum.
Adeta her kesimde, lezzetleri, bilhassa yakın lezzetleri esas alan bir yozlaşma, sadece kendini ve heveslerini esas alma, insanî değerlere, bizi ayakta tutan güzelliklere bir sırt çeviriş görünüyor. İnsanlar artık sadece kendilerini ve menfaatlerini düşünüyorlar. Ayni felsefenin insanları, sanki gizli anlaşmalar sistemiyle birbirine bağlanmışçasına menfaat birliği etmişler. Bir birlerini sanki ultroviyole ışık saçarak tanıyorlar; hücre zarının seçici geçirgenliğini aşarcasına bütün formülleri biliyorlar. Onları dünya petrol fiyatlarını ayarlarken de görebilirsiniz; uluslararası büyük şirket olarak büyük silâh alım satımlarında da. Buna büyük şirketler, holdingler, istihbarat teşkilatlarına kadar birçok güç dâhil. Nefisler, şeytanın cinnî ve insî bütün avanelerine kadar menfaatperestlerin hemen hepsi, en büyük eşkıyalık çetesinde bir ve beraberler. Bunun için yapılan her şey mubah görülüyor. Hatta bu konuda her şeye rağmen sonuca ulaşma; beceriklilik, üstünlük addediliyor.
Fakat herkes bu şirkette olduğunun, sekülerleştiğinin farkında değil. Bazıları basit menfaatlerle dâhil olmuşken, bazıları daha da ileri giderek; “Sadece doğru dürüst, keyf ve zevk içinde meşru dairede (!) yaşamak istiyorum, bunda ne var.” diyebilmektedir. Birçok insan da olanları normal görmekte ve bu tür insanların sadece menfaatlenmekte olduklarını, lezzetlerle içi içe yaşadıklarını sanmaktadır. Yani masumane yaşayanlar çoğunlukta; ancak kendilerine, çevresindekilere, insanlığa ve dünyaya neler yaptıklarının farkına vardıklarında iş işten çoktan geçmiş olacak.
Bu sebeple dünyevileşmeye, sekülerizme; çok süslü, Avrupaî, felsefî yakışıklı kelimeler yerine daha sade bir ifadeyle, yakın lezzetlere müptela oluş, hodgâmlık, hod-endişlik, menfaatperestlik ve her şeye rağmen lezzetler peşinde koşmayı ana paradigma yapma, günlük hayatta dinden uzaklaşma, kalbin mağlubiyeti şeklinde tezahür eden bir hayat tarzıdır demek daha doğru olacak galiba.
Dünyevileşmede, bozuk felsefe en müessir sebeptir. Ve ”..diyanet silsilesine itaat etmeyen bu silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş...” (Sözler–243)
Hatta Bediüzzaman’a göre, dünyevileşme, daha doğru bir ifadeyle, sanki Kur'ân esaslı İslamî ahlâkın, şahsî ve sosyal hayata verdiği ahlakî terbiyenin terk edilip, Kur’an nurundan mahrum kalan felsefenin verdiği derse tâbi oluşun bu asırdaki tezahürüdür. Onun “hâlis bir tilmizi”, talebesi, onun vasıflarını en iyi gösteren, sergileyebilen prototipi, bir firavun gibidir. ”Fakat çok basit bir menfaati için bile en adi şeylere ibadet edercesine tâbi olabilen bir firavun-u zelildir”. O her menfaatli şeyi kendine adeta Rab tanır. (12.Söz)
Hem o dünyevîleşen (bilerek, ahireti değil de, dünyayı tercih eden), “mütemerrid ve muanniddir (inatçıdır).” Fakat çok basit bir menfaat için en âdi insanların bile ayağını öpecek kadar zillete râzı olabilen, nihayet zilleti, rezilliği kabul edebilen çok zavallı, çok perişan, izzetsiz bir inatçıdır, alçak bir muanniddir.
Hem mağrurdur. Fakat kalbinde dayanak olacak bir fikri, sağlam bir felsefesi bulunmadığı için, esasen “gayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur”.
Hem çok menfaatperest hod-endiştir; bütün gayreti “ nefis ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin” ve şahsi menfaatlerini toplumun bazı menfaatleri içinde arayan dessas, hilekâr, hodgâm birisidir.” (12. Söz)