Dua ve beddua hayatın gerçekleri arasındadır. Dua genelde makbul olmakla birlikte beddua istisnai bir haldir. Dua ızdırari bir halde, makamda yapılırsa çok makbuldür ve kabule karindir. Beddua da keza genelde zorunlu hallerin ürünüdür. İnsan genellikle gıyabında dostuna ve sevdiklerine dua eder. Beddua ise düşmana karşı yapılır. Müstesna insanlar ise istisnai dua duruşunda ve halinde olurlar. Onlar beddua makamında dua ederler. Bu sünnete de uygundur. Peygamberimiz Taif’ten tek başına ve saldırıya uğramış bir halde dönerken mahzundur lakin beddua etmekten imtina eder ve yine umuma dua eder. Onların sulbünden çıkacak nesillerin iman edebileceğini ve dolayısıyla Taif halkının kötülük halinde iyiliğin potansiyelini taşıdığını ve kendilerinde istikbalde fışkıracak bir iyilik rezervi bulunduğunu görerek beddua etmekten imtina eder. Yoksa beddua edebilir ve Taif halkı iki dağın birbirine çarpılmasıyla yok edilebilirdi lakin Hazreti Peygamber alemlere rahmet olarak gönderildiğinden düşmanlarına karşı bile merhameti yeğlemiştir. Onun izinden giden ve sünnetini ihya eden ulema ve esfiya ve mücedditler kervanı da aynı yola sülük etmiş ve şahsi intikam yerine davanın zaferini göz önüne almışlardır. Bu bapta beddua yerine dua makamını tercih ve ihtiyar etmişlerdir.
*
Bu hususta birçok örnek verilebileceği gibi Bediüzzaman da davadan davaya ve yargıdan yargıya sürüklenirken, icbar edilirken; kendi hakkında karşılıksız ve haksız ceza kesen savcı ve yargıçlar hakkında bile beddua etmekten kaçınmış aksine onlar hakkında dua etmiştir. Bu ancak nefsinden geçen, feragat mesleğini ihtiyar eden ve intikam ve kin dürtülerini aşan aşkın ruhlar için geçerli olabilecek bir haleti ruhiyedir. Bu makamda Bediüzzaman şunları söylemektedir: “ Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim….” Arap dünyasında Bediüzzaman’ın kademi ve meslek anlayışı üzerine olan Nahda hareketinin kurucularından ve Raşid Gannuşi’den sonra hareketin ikinci adamı Abdulfettah Moro da beddua makamında dua edenler arasındadır. Daha önce de ‘İtidal Anıtı’ başlıklı yazımda Moro’nun Risale-i Nurlara olan ilgisine değinmiş ve dikkat çekmiştim.
*
Abdulfettah Moro dava arkadaşlarıyla birlikte Burgiba döneminde birçok kez yargılanır ve mahkum olur. Bulardan biri olan 1981 yargılamasında 10 yıla mahkum olur ve üç yılını demir parmaklıklar arkasında geçirir. Ahmet Mansur, sunduğu Asrın Tanığı programında Abdulfettah Moro’yu konuk eder ve başından geçenleri ekranda anlatmasını temin eder. Hapisten çıktıktan sonra Moro sahip olduğu avukatlık lisansını işletir ve başörtüsü nedeniyle üniversiteden kovulduktan sonra (Erzurum) avukatlık mesleğini icra eden Merve Kavakçı’nın babası Yusuf Ziya Kavakçı gibi avukatlık mesleğini sürdürmeye başlar. Yine kendisi gibi, 1981 yargılanmasında karşılarında yargıç olarak bulunun Abdurrahman Ebu Gureyde de emeklilik döneminde avukatlık yapmaya başlar. Gide gele mahkeme salon ve kapılarında karşılaşırlar. Abdulfettah Moro sitemlidir. Yargılayan ve yargılanan konumundan avukatlık konumunda eşit statüde karşılaşırlar ve arkadaş olurlar. 1984 yılındaki bu karşılaşmada Moro eski yargıcına şunu söyler : “Başıma gelenlerin kaza ve kader olduğuna inancım tamdır. Ama keşke senin elinden gerçekleşmeseydi. Keşke sen bunun aracı olmasaydın…” Bunun üzerine Abdurrahman Gureyde kendini şöyle savunur: “O dönemin şartları farklıydı.” Moro bunun üzerine sözlerini şöyle sürdürür: “Bilir misin ki, hapishane hayatım boyunca her secdeye vardığımda Allah’ın seni affetmesini ve bağışlamasını diledim…” Bunun üzerine eski yargıç yeni avukat Abdurrahman Gureyde’nin göz çukurlarından ve yanaklarından sicim gibi gözyaşları süzülür. Moro ilk defa dikey olarak birisinin gözlerinden bu şekilde sicim gibi gözyaşı süzüldüğüne tanık olmuştur.