Kulağında mp3 player müzik dinliyor ve müziğin verdiği coşku ile kendinden geçmiş bir vaziyette İstanbul’da kaldırımda yürüyordu, Erdem.
Yürüdüğü kaldırımın sol tarafı ayağı kayıp giden birinin kurtulma şansı neredeyse imkânsız denebilecek kadar tehlikeli bir uçuruma sahipti. Kaldırımın hemen sağ tarafında ise sıra dağlar şeklinde ağaçlar vardı; kayısı, kiraz, şeftali, dut, erik, nektari… çeşit çeşit meyve ağaçları. Kaldırımda yürüyen insanlara hem güzel bir gölgelik, hem de güzel manzara havası oluşturuyordu bu ağaçlar.
Erdem, İstanbul’da yalnız başına gezmenin oluşturduğu acemiliğin sonucu olarak aradığı adresi bulamayışın verdiği can sıkıntısını yaşadığı bir zamandı. Kulaklıklar kulağında en çok sevdiği X müziğini dinleyerek sıkıntısını hafifletmeye çalışarak yolda yürüyordu.
Dinlediği müziğin coşkusu ve aradığı adresi bulamayışının verdiği can sıkıntısından olacak ki, Erdem önünde ki kocaman taşı göremedi ve önündeki taşa takıldı ayağı! Paldır küldür yolun sol kenarındaki uçuruma yuvarlanacak iken yolun sağ tarafında bulunan ağacın dalına tutundu gayr-i ihtiyari! Ağaca tutunarak uçuruma yuvarlanmaktan son anda kurtuluvermişti.
Gayr-i ihtiyari ağaca tutunmasa uçuruma yuvarlanacak, vücudu bilmem kaç parçaya bölünmüş, kafatası param parça olmuş, beyni fışkırmış, dikenli otlar bir tarafından girip öteki tarafından çıkmış olacaktı belki de. Belki de şuanda hastanede komada yatıyor olacaktı Erdem. Belki de kimsenin fark edemeyeceği o uçurumda cesedi çürüyüp gidecekti.
“Kim akıl edip de şu ağaçları buraya dikmişse Allah razı olsun onlardan! Bir hayatın kurtulmasına vesile oldular. Kim bilir belki de benim pozisyonumda olan birçok kişinin hayatın kurtulmasına…”diye söylendi kendi kendine.
Erdem yolda yürürken ağaçların meyvelerle dolu olduğunu görmeyip ayağının taşa takılması ve gayr-i ihtiyari dala tutunduktan sonra elinde kalan meyveler ile farkına varıyor olması ise işin ilginç tarafıydı.
Bugün ilginçlikler ne de olsa hep Erdem’i buluyordu.
Dikilen ağaçlar sayesinde büyük bir faciadan kurtulmuştu Erdem. Büyük bir facianın eşiğinden döndüğü için Rabbine dua edip niyazda bulundu.
Sonrasında çantasının cebinden çıkardığı meyvelere derin derin bakıp Yaratıcısını düşündükten sonra ağzına attı. Bir nebze olsun susuzluğunu gidermişti bu meyveler. Bir facianın eşiğinden dönerken tutunduğu daldan elinde kalan meyvelerdi bunlar!
“Bu olaydan sonra daha dikkatli yürümeye başlamalıyım” dedi Erdem.
Tekrar benzeri bir faciayı yaşamamak için dalgınlığına sebep olacak müziği dinlemekten vazgeçip, kaldırımın sol tarafına yaklaşmak yerine sağ tarafından ağaçlara yakın mesafeden yürümeyi tercih etti yolculuğu boyunca.
Dehşetli bir facianın eşiğinden dönmenin verdiği korkudan olacak ki çok susamıştı. Gözü susuzluğunu giderecek bir çeşme veya su alabilecek bir market arıyordu. Ama daha çok gecekondu bir semti anımsatan bu mahallede ne bir market ne bir çeşmenin varlığı mümkün görünmüyordu. Susuzluğunu gidermenin yollarını düşünürken yolun ilerleyen kısımlarında bir şey dikkatini çekti. Çok şaşırmıştı! Az evvel bir ayağı taşa takılmış ve bir facianın eşiğinden dönmüştü. Oysaki her yüz metrede neredeyse iki-üç taş vardı; kimisi iri kocaman, kimisi ise ufak tefek. Erdem ise bunun yeni farkına varıyordu.
Hayrette kaldı Erdem, bu taşları görünce!
“Kim koymuş acaba bu taşları bu kaldırıma?!” diye düşünmekten kendini alamadı.
“Yetkililer neden hiç akıl edip temizlememiş bu yolları acaba?” diye öfkeyle sordu. Ama cevap verecek birileri yoktu! Cevabı meçhuldü!
Tamda öfkesinin dorukta olduğu o sırada az ilerde yolun karşı tarafındaki çeşme nazarına çarptı! Ne de olsa susuzluğu doruktaydı! Şırıl şırıl akıyordu su!
Susuzluğu gidermek için koşar adımlarda yürüdü çeşmeye doğru.
Kana kana içti bu sudan. Tekrar kıbleye yönelip Rabbine dua ve niyazda bulundu.
Abdest alıp öğle namazını eda ettikten sonra yolculuğuna kaldığı yerden devam etti.
…
Nasıl?
Çok da inandırıcı geldi size değil mi?
Oysaki bunların hepsi bir temsildi, teşbihti. Ama hepimizin başından geçebilecek/geçmiş bir hikâyeye benziyor. Belki de hayatımızın sıradan bir anında yaşadığımız olayın bir benzeri bu. Belki de yaşayacağımız…
Bu güne kadar ayağımıza takılan o kadar taş var ki! Düşüp bir yerlerimizi az kırmamışızdır. Çocukluğumuzda hep düşe kalka bir yerlerimizi kırarak büyüdük ne de olsa.
Hakikati halde (yazının kahramanı) Erdem’in takıldığı bir taş, uçuruma yuvarlanacakken tutunduğu bir dal, elinde kalan bir meyve, kana kana içtiği bir çeşme olmadı! Peki, ne için yazıldı/anlatıldı tüm bunlar?
Bu sorunun cevabı aşağıda saklıdır.
Yukarıda anlatılanları okurken kendini Erdem’in yerinde hissedenler buyursun yazının devamına…
…
Bu olayda ki yol/kaldırım; hayat yoludur. Kimi zaman düz, kimi zaman engebelidir. Kimi zaman da taş ile doludur.
Kaldırımda ki irili ufaklı taşlar; bizi uçuruma/esfel-i safiline yuvarlatan günahlar-haramlar- sefih zevk ve eğlencelerdir. Ayağımız bu taşlara bir takıldı mı kurtulma olanağımız nerdeyse yok.
Erdem’in dinlediği müzik ise dedikodu-gıybet-arkadan çekiştiren sözlerdir. Kulluğu unutturup, küçük bir taş misali uçuruma yuvarlatabiliyor.
Yolun sol tarafı, yani uçurum ise; cehennemdir. Taşa ayağı takılan, yani günah işleyen, harama nazar eden, sefih eğlence ve zevklerin peşinde koşan kişilerin gideceği yerdir, düşeceği uçurumdur. Hak ettiği yerdir, mekândır.
Yolun sağ tarafı ise; cennettir. Hep güzelliklerle doludur.
Yolun sağ tarafında bulunan ağaç ve dalları ise; sünnet-i seniyye, kur’an-ı kerim ve risale-i nurlardır. Şuan milyonlarca insan taşa ayağı takılma faciasını yaşamadan evvel bu dallara tutunmuş. Risaleler’e sığınmış!
Ağacın meyvesi ise, Kur’an-ı Kerim, Sünneti Seniyye ve Risale-i Nura tutunanların (cennette) yiyecekleri enva çeşit meyvelerdir. Risaleler’de geçen müjde üzeride Nur talebeleri de bu gruba dâhildir!
Yolun karşı tarafında bulunan çeşme ise; uçuruma düşmekten kurtulan kişilerin kana kana içeceği ab-ı kevser’dir.
…
Evet, bir teşbih vasıtasıyla hakikate yaklaşmaya çalıştık.
Şimdi ise cevaplanmayı bekleyen bir iki soruyla tüm nefisleri baş başa bırakıyorum:
Peki, bu taşları bu yola kim ve ne için koymuş olabilir dersiniz?
Peki, ayağımız bu taşlara takılıyor mu? Yoksa takılmadan yolumuza devam edebiliyor muyuz?