Yukarıdaki paylaşımı okuyunca, hemen aklıma "Biliyor musunuz, gönderdiği kitapta 'âlemlere rahmet' olarak tesmiye ettiği bir de peygamber gönderdi." geldi.
Bu cümleyi okuyunca aklıma, aymaz bir öğrencinin "Düşünebiliyor musun, bu kadar tıp kitabı, bu kadar da mühendislik kitapları var. Ben bunları okuyup doktor ya da mühendis olacağım, okula, mektep ve medreseye, laboratuvarda uygulamalara, hoca ve asistana ne gerek var." demesi geldi.
Siz hiç öğretmeni, hâdemesi, plânı, programı, laboratuvarı olmayan bir okul düşünebiliyor musunuz? Sadece kitabı olan, öğretmeni olmayan bir okulda, başını kaldıran her nâdan kendini öğretmen sanarsa, ne yapmalıyız?
İşte İslâm üniversitesinin program kitabı dediğimiz, Kur'an'ı Hakîmdir. O Kur'an-ı Hakîm ki her bir harfi dahi hayattar ve ruhludur. İçinde fazlalık yoktur. Kışırı yoktur, tastamamdır. Kelâm-ı Ezelî olma cihetiyle bütün zamanlara ve her zamanın insan tabakalarına, 'yaş ve kuru ne varsa' değeri ve lûzumu kadarıyla ya açıkça ya icmâlî ya işaret cihetiyle ya da ihtar şeklinde, ihtiyaca göre münasip tarzda, maksad-ı Kur'an'a uygun şekilde bahis açar ve ders verir. O üniversitenin baş hocası da yine o Kur'an'da 'rahmetenlil âlemin olarak isimlendirilen Hazret-i Peygamber Aleyhisselatu Vesselamdır O'nun ilk laboratuvarı Ceziret-ül Arap olmuştur. O üniversitenin ilk öğrencileri ve daha sonra da hocaları, başta Hazret-i Peygamberin (A.S.M) hanımları ve diğer sahabelerdir.
Onlar, Hazret-i Peygamberin Üstad-ı Ezelîsi olan Rabbinden aldığı Kur'an-ı Mübine talebe olmuşlar, hatta onu tebliğ edeni 'başlarında sanki bir kuş var gibi' dikkatle dinlemişler ve her dediğini hayatlarına ilk uygulayan talebe şerefine nâil olmuşlardır.
Daha sonra her yüzyılda o şanlı Nebi'nin asistanları hükmünde talebeleri olan müceddidler, allâmeler gelmiş, o Kur'an-ı Mübine bulaştırılmak istenen şüphe bulutlarını dağıtmış ve uzanan düşman ellerini kırmış, kem gözlere doğru yolu göstermişlerdir. Bunların hepsine birden de 'ehl-i sünnet' âlimleri, onların cemaatine de 'ehl-i sünnet' cemaati, yollarına da 'ehl-i sünnet' yolu demiştir.
Kim ki bu âlimleri takip etmiş, onların geniş ve küllî cemaatine dahil olmuş, onların yolunu yol ederek o karargâha sığınmış, sünnet-i seniyyesini siper etmişse; boğulmamış, ara sıra çıkan itiraz seslerine de kulaklarını tıkamışlardır. O Kur'an-ı Hakîmi bize ders veren Zat(A.S.M) yeryüzünü bir mescide, Mekke'yi mihraba, Medine'yi minbere çevirmiş "Ben ancak bana vahyolanı söylerim." beyanıyla hile ve şüphenin hiçbir kelâmına yanaşamayacağını göstermiş; akılları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ederek; mahbûb-u kulûp muâllim-i ukûl olmuştur. Böyle bir Zat'ın(A.S.M) sözünü herhangi bir sözle mukayese ederek, ilgisiz kalmak ya da bazı sözlerini bin dört yüz sene uzaktan seyredip makam ve mesajından kopararak tenkit elleriyle yoklamak ve onun birinci talebelerini yok saymak ya da hafif görmek, büyük bir cinayet-i azîmedir ve bir mümine yakışmayacak hadbilmezliktir.Kendisine söylenen medihlere 'eyvallah' çeken nâdanlar, her gün onlarca sönük sözle kafa karıştıranlar, O'nun dâmen-i muallasına böyle aşağı ve şüphe verici yaklaşımlarla yanaşamazlar ve yaklaşamazlar.
Bütün ehl-i dalâlet fırkalar, Kur'an'ı anlamada, sünnete müracaat etmeyenlerden çıkmıştır.Mutezileden, Cebriyeye ve zamanımızdaki nevzuhurlara kadar, dikkatle dinleyin hemen hepsi "Bu ayeti ben böyle anlıyorum." der. "Resulullah böyle açıklamış,sahabe böyle anlamis." demez
Sünnet, Kur'an'ın pratiğidir. Bunu anlamak çok mu zor? Ben hayret ediyorum, Kur'an bize yeter diyenler, Hazret-i Peygamberin mübârek dudaklarından çıkan ve sahabenin pürdikkat dinlediği sözlerini, o zamanda olsalardı, bu kafayla nasıl dinleyeceklerdi? Herhalde onlar da sahabe gibi dinleyip Kur'an ya da Kur'an'ın birinci tefsiri olan ve yine Kur'an'ın "O, ancak kendisine vahy olanı söyler." beyanıyla 'gizli vahiy' sayılan hadis-i şerifleri de normal bir insanın sözü gibi değil; dâvası Kur'an olan bir Nebi-yyi Zîşanın her sözünün de yine Kur'an'ın bir hakikatinin tefsiri ve izâhı olması yönüyle dinleyeceklerdi. O asır insanlarının Peygamber Aleyhisselamı dinleme hakkı var da on dört asır sonrasındaki biz ümmetin, böyle bir hakkı yok mu? Elbette daha fazlasıyla var. Çünkü o nefese ve sese daha fazla ihtiyacımız var. Peki, bu dinleme nasıl olacak? Elbette onun siyer-i Nebisine, sahabelerine ve onlara anlattıklarına kulak vererek, sünnetini öğrenerek olacak.
O'nun (A.S.M) siyerine uzaktan bakan bizleri bekleyen mühim bir tehlike de var zannediyorum. Bu tehlikeyi sezmeden ya da düzgün bir bakış açısı takmadan, O'nun evsafına, siyer ve tarih suretiyle Kur'an'da da nazara verilen, sadece sûri, beşerî yönüyle bakanlar, O'nun bize rahmeten-lil âlemin olduğu bu beşerî yönüyle, şahs-ı mânevîsi ve mahiyet-i kutsiyesi arasındaki farkı göremiyorlar.
Halbuki o Zat- Mübârekin şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kutsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki siyer ve tarihte beyan olunan evsaf o bâlâ(yüksek) kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.O zaman sadece bu beşerî yönüne bakan da hürmetsiz bir hale düşüyor.
İşte yanlış gitmemek için her vakit mahiyet-i beşeriyet itibarıyle işitilen evsaf-ı âdiye (her insanda olan sıfatlar) içinde başını kaldırıp hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nurânî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lazımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Bugün bazılarında gördüğümüz hürmetsizlik, işte bu mahiyet-i beşeriye ile mahiyet-i kutsiyesini ayırt edememekten kaynaklanıyor.
Elbette i Nebi-yyi Zîşan(A.S.M) tecelliyat-ı İlâhiyenin sadece mazharıdır. Bu kemâlat, O'nun zâtî malı değildir. O kemâlata mastar ve menba da değildir. Çünkü o Zat, âbittir ve ibadetçe herkesten ileridir. O'nda görülen bu kadar terakkiyat, kemâlat, Rabbimizin O'na ihsanıdır. Biz de görülenler de zaten hep O'ndandır. İşte beşerî ahvaliyle, tecelliyat-ı İlâhî ile mazhar olduğu mahiyet-i kutsiyesini ayırt edebilmek, dolayısıyla hürmetsiz duruma düşmemek için, Mesnevi-i Nuriyede geçen şu misali iyice kavramamız gerekmektedir.
"Tavus kuşu gibi bir kuş yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, geride kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlatını terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin(A.S.M) bidayet-i hayatına, maddî ,sathi, sûri bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrâk edemez. Ve kıymetine vâsıl olamaz. Ancak, bidayet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i sûriyesine(görünüşteki hallerine)ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarı ile bakılmalıdır ki o kışır içerisinden iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye Aleyhisselam çıkmıştır."
İşte bu izah Peygamberimizin iki yönünü karıştırmadan nasıl değerlendirmemiz gerektiğini enfes bir şekilde ortaya koyuyor. Peygamber Aleyhisselatu Vesselamın bu iki yönünü karıştıranlar, O'nun "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." beyanını da gözardı edenlerdir. Elbette ki O(a.s) yaşayan vahiydir. O'nun davası Kur'an'dır. Kur'an O'dur, O(a.s) yaşayan Kur'andır.
Aksi olsaydı, Kalem Suresinde "Sen en güzel bir ahlâk üzerinesin" beyan eden Rabbimiz, Ahzap Suresinin 21. ayetinde ise "Yemin olsun ki Allah'ın Resulünde sizler için, Allah'ı da çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır." buyurur muydu? Yine Rabbimiz, Al-i İmran Suresi'nin 31.ayetinde "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." buyurur muydu? Bu ve emsâli beyanlar ve tefsirlerine baktığımızda ve "Fesad-ı ümmet zamanında kim benim sünnetimi yaşarsa, yüz şehidin sevabını kazanır." hadis-i şerifi de okunduğunda ve yine "Ben nasıl namaz kılıyor sam öyle kılınız." beyanını anladığımızda, O'nun(a.s) örnekliğini daha iyi kavrıyoruz.
Aslında hadislere,içtihatlara karşı çıkanlara baktığımızda, onlarında da bir mezhebe göre namaz kılmakta ve ibadet etmekte olduklarını görmekte değil miyiz? Sadece farkında değiller. Sadece ayet ile amel eden İslâm âlimi hiç gelmemiş ve gelmeyecek de. Eğer İslâm âlimi ise zaten ayetleri, hadisleri ve içtihatları göz önünde bulundurarak amel edip tebliğ yapacaktır.
Yine Allah Resulunün, Muaz. B. Cebel'i Yemen'deki Cened Valiliğine gönderdiği zaman buyurduğu "Sana halli için bir dava geldiğinde ne yaparsın, neye göre hüküm verirsin?" sorusuna "Allah'ın kitabına bakarım." cevabını verince "Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan." "O zaman, Resulullah'ın sünnetine göre bakarım." buyurunca "Resulullah'ın sünnetinde de yoksa ,onda da bulamazsan? sualine de "O zaman da kendi görüşme göre hüküm veririm." demesi üzerine "Allah'a hamd olsun ki Resulullah'ın elçisini Resulullah'ın râzı olduğu şeye muvaffak kıldı." buyurması, elbette bizim için şaşmaz bir ölçü olacaktır.
Bunu te'yiden zamanımıza da bakan Sünen-i İbn-i Mace'de geçen "Süslü koltuklarına kurulmuş adama, benim hadislerimden biri okunduğunda 'Biz, Kur'an'a tâbiyiz, onda bulduğumuz helâl şeyleri helâl ve haramları da haram sayıyoruz.' der.Böylece demek ister ki 'Hadis, Kur'an'da bulunan hükümlerin dışındadır. Onun için biz hadise itibar etmeyiz.' Sizleri ikaz ediyorum: Kur'an'ı Kerim'de bulunan bütün hükümler haktır. Resûlullah Aleyhisselam'ın haram kıldığı şeyler de Allah Teala'nın haram kıldığı şeyler gibidir.Kitap, sünnet arasında ayrım yapılmaz." hadisi de bize önemli dersler vermektedir.
"Ameller niyete göredir."buyuran Allah Resulü,"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz, birbirinizle anlaşınız, iyi geçininiz, ihtilafa düşmeyiniz." buyuyurken de bunun bizzat örnek hayatını yaşarken de Kur'an'ı bize anlatmış oluyordu.
Yine Enfal Suresinin 60. Ayetinde buyurulan "Düşmanlara karşı kuvvetin" ne olduğu sorusuna "Kuvvet atmaktır." buyurarak ayetin tatbikatını bize ders veriyordu.
Yine Bakara Suresinin 275. "alışverişi helal kılan" ayetine 'domuz ve içki alışverişi' hariç sınırı getiren de Allah Resulüydü. Yine eşek etinin haramiyeti de O'nun buyurmasıydı.
Ve Araf suresinin 157. ayetininde buyurulan "Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder; yine onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar." buyurularak Rabbimiz O'na(a.s) helal ve haram kılma yetkisi vermiş olmuyor muydu?
Yine Ahzap Suresinin 36. ayetinde ".....Allah'ın ve Resul'ünün emrine itaat etmeyenler, doğru yoldan sapmışlardır." buyulurken, sadece Allah değil de Resulün de buyrulması neyi göstermekteydi?
Yine Nisa Suresinin 65. ayetinde "...Senin hükmünü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabul etmedikçe, ona boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." buyurulurken Hazret-i Peygamberin hükmüne itirazın, insanın imanını da tehlikeye atmış olduğu anlatılmış olmuyor muydu?
Yine Nisa 80. ayetinde "Resullaha itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince, 'seni onlara bekçi olarak' göndermedik." buyuruluyor. Bu ayetten Allah Resulü'nün işi görev ve yetkisinin sadece tebliğ etmekten ibaret olmadığını, O'nun ümmete örnek olmak, vahyi açıklamak, gerekli görülen yerlerde boşlukları doldurmak, ümmetine öncülük etmek olduğu anlaşılmıyor mu? Seni onlara 'bekçi' göndermedik başka nasıl anlaşılmalıdır? Elbette Kehf Suresinin son ayetinde "Resul de sizin gibi bir insandır." da buyuruluyordu, ama işte bu, Allah Resulü'nün bizim gibi insan olması ve bize örnek olması yönleriydi.
Peygamber (a.s) elbette ef'al, ahval ve etvarında beşeriyette kalıp beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkat ve mutî olmuş, O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza... Her bir ahval etvarında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine ef'aliyle imam olsun, etvarı ile rehber olsun. Umum harekâtıyla ders versin. Aksi halde bizzat her cihetle İmam olamazdı. Herkese mürşid-i mutlak olamazdı. Bütün ahvaliyle "rahmeten-lil âlemin"olamazdı.
Demek O (as) mutlak mürşit, rehber-i ekmel, muallim-i ukûl olması için beşer suretinde idi.Beşer suretinde idi ama yine mutlak mürşit ve hidayet rehberi idi.
Öyle olmasaydı"Resullaha itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince Seni onlara bekçi olarak göndermedik." buyurulur muydu?
Yine Haşir Suresinin 7. ayetinde "...Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan kaçının." îkazı yapılır mıydı?
Demek peygamber kendinden konuşmuyordu. O'na Cebrail Aleyhisselamla vahiy yoluyla ya da kalbine ilka edilerek ya da başka bir yolla ne bildiriyorsa, O da onu emrediyor ya da ondan uzak tutuyordu.
Rabbimiz, Nur Suresinin 47.'den, 52. ayetlere kadar yine iman edenleri Allah ve Resulüne itaate çağırıyor ve sonunda 52.ayetinde ise "Allah'a ve Resulüne itaat eden, Allah'a itaatsizlikten korkan, O'na saygısızlıktan korunanlar var ya işte asıl kazananlar bunlardır." buyurarak Resulüne itaatin Allah'a itaat; isyanın da Allah'a isyan olduğunu bildiriyordu. Demek ki Resulullah'a isyan ve saygısızlık, hatta sesini yükselterek de olsa, Allah'a isyan itaatsizlik sayılıyordu.
Namazdan hacca, zekattan israfa, ahlâktan muamelatta kadar, Rabbimizin bize bildiklerini ilk defa yapan ve pratiğe döken ve yine Rabbimizin vahiyle bildirmediklerini de yine Rabb'imizin izniyle ve o selahiyetle teşri eden de bizzat Allah Resulüydü.
Onun sünnetine tebaiyetin insana yüz şehidin sevabını kazandırdığı dönemin ümmeti olarak, elbette ki aile hayatından beden temizliğine, oruçtan namaz, ezan ve duaya, uykudan tut yemek yeme âdabına, sosyal hayattan komşu hakkına, oturma kalkmadan tut cihada, imandan salih amele, şefkatten tut tevekkül ve sabra, israftan tut infaka, zamanı tasarruftan tut giyinmeye, selamdan tut salâvata, kokudan tut îsar hasletine, gıybetten tut edebe kadar her hususta gerek farz ve vacip olarak yaptığı ve ittibaında mecbur olduklarımız, terkinde de büyük sevap kaybımızın olduğu, âdatımızı ibadete çeviren ubudiyetindeki âdet ve muamelatındaki sünnet-i seniyyesine âzamî derecede uyumaya daha fazla ihtiyacımız yok mudur?
Sonuç olarak Tevbe Suresinin 129. ayetinden mülhemen "Ey müslümanlar, böyle hadsiz şefkatiyle size şefkat eden ve getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyyesi ile mânevî yaralarınızı tedavi eden, merhem vuran bir Zatın bu bedîhi şefkatini inkar veya ittiham etmek derecesinde, O'nun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüz çevirmek, bir vicdansızlık ve akılsızlık değil midir?
Evet dostlar, tuzak bir değil ki elvan elvan.Belki de kader bizim gibi, İslâm hariç çok şey öğrenen Müslümanların karşısına 'Kur'an ya da meal bize yeter, hadise gerek yoktur.' diyen ehl-i dalâleti çıkarıyor ki dinlerini daha sıkı ögrensinler. Acaba bu noktadaki hissemizi kontrol edebiliyor, gerekli dersimizi alabiliyor muyuz?
Selam ve dua ile.