Lemaat ekseninde duygu çağrışımları(16)
Kişinin bilgi ve farkındalık düzeyi, kendini bilmesi, kendinde olanın kaynağına inmesi, hamulesinin sebep ve sonuçları üzerinde durması, başkalarında ne gibi bir etki bırakacağı durumuna göre davranışlarını ayarlaması ve her tür eyleminde yalnız aklını değil duygularını da katması kadar ancak mutluluğu ve erdemi yakalayabileceğini söylemek pek yuvarlak ya da uçuk bir yaklaşım olmaz.
Kişide ya üstünlükler ya da düşüklükler daha yoğun. Başka bir deyişle kişi genel olarak ya olumluluklar ya da olumsuzlukların çocuğudur. Ya Süreyya’dadır ya da serada, ya mutludur ya da mutsuz, ya zalimdir ya da mazlum, ya kendinin farkındadır ya da farkında değildir, ya bilinçlidir ya da bilinçsiz ve ya ya diye uzayıp giden zıtların birinin tam ortasında ya da kıyısındadır. Ama insan olarak kişi yalnız başına olmadığı gibi, tek boyutlu bir hayatın içinde de değildir; etrafını saran ama ilgilendiği ama ilgilenmediği sayısız oluşumlar var. Yani “bir ben varım” diyemez; kendini düşündüğü gibi bir başkasını, başkalarını, başka şeyleri düşünmek zorundadır. Yalnız başına da kalsa düşünce mekanizmasını çalıştırmadan edemez; hayaline takılanla ilgileneceği gibi bilmem hangi duygusunun feveranına ve derininde olup bitenlere de kulak asmak durumundadır. İnsan karmaşık, anlaşılması zor bir varlıktır özetle; gülerken bir de bakarsınız ağlıyordur ya da son derece rahat olurken bir de bakarsınız içi içine geçiyordur.
Önemli olan her an gösterdiği bu değişikliklerin kaynağına inmeye çalışması, yaşadıklarıyla farkındalığı yakalamasıdır. Bilinçlilik denilen şey ya da “kemal” denilen olgu budur zaten. “Ben neciyim, nereden geldim ve nereye gideceğim?” sorularına farkındalık düzeyinde cevap ararken içinde bulunduğu halin kaynağına inmeye çalışmak insanoğlunun biricik amacıdır.
Aslında sözü Bediüzzaman’ın Lemaat’taki “Havastaki meziyet, filhakika sebeptir tevazu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme, tekebbüre hem illet” diye özetlediği gözlemine getirmek istiyorum. Havas, toplum içinde çokları tarafından takdir edilen bir düzeye sahip, hali vakti yerinde olanlardır. Başkasına muhtaç değildirler; tam tersi gerek manevî ve gerekse maddî olarak başkasına yardım etmeye uygun haldedirler. Toplum içinde bir kimse için iyi halde olmak, parmakla gösterilmek elbette güzeldir. Ama bunun güzel, hem kendine ve hem de başkasına yararlı olabilmesi için önce bu durumun kaynağı ve oluşumu üzerinde fikir yürütmek gereklidir. Güzel bir hal nasıl olur da kötülüğe kaynaklık etmiş olur? Nasıl olur da birtakım zulümlerin kapılarını aralar? Durup dururken olmaz elbette.
Öyle ya; bu üstünlük ona kimden ve nasıl gelmiş? Belki de başkalarında olmayan bu üstünlüğünde kendisinin rolü ne kadardır? Üstünlükten mahrum bir zavallı olmak kaderinde olamazmış mı? Bir saniye sonrasına garantisi var mı? Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışmak, arzu edilen bir düzeydir, farkındalıktır, duygular boyutunda bir silkinmedir. İnsan bunu iç dünyasında sağlamadıkça olması gerekene ulaşması çok zordur.
İnsanın kaderinde üstün olmak olduğu gibi bir zavallı olmak da vardır elbette. Doğrusu “Ben herkesin beğenisini kazanıp mutlu insan olacağım” diyerek, hayatı hakkında garanti vermek lüksüne kimse sahip değil. Varsa birinde bir üstünlük, bunun karşılığı şükürden başkası olamaz. Bunun da pratik hayata geçmesi gurura kapılmamaktır; yani alçakgönüllü olmaktır, kendini sıradan insan kabul etmektir; o üstünlüğüyle başkalarına yardım ve iyilikte bulunmaktır, şükrün bu anlamdaki tezahürünü yerine getirmektir. Herkesi belli bir düzeye çıkarmaya çalışmaktır. Bulunduğu çevrede kendini üstün görmemektir. Üstünlük bir nasip işidir; bunda kendisinin fazla ilgisinin olmadığını bilmektir.
Ama kendisinde olan şeylerin kaynağını bilmezse, yani kendi zaaflarının farkında değilse, bir iç sorgulamayla kendini yakından tanımaya kalkmazsa, bu takdirde üstünlüğünün kendinden kaynaklı olduğunu sanır, büyük bir yanılgı içine girer, ne oldum delisi olur, artık öyle bir psikolojiye girer ki herkesi kendine hizmet etmeye mahkûm birer zavallı kabul ederek onlara baskıyı kendine bir hak olarak görür. İşte bu bakış, toplum hayatında olmadık zulümleri gündeme getirir. Dengeleri değiştirir, değerleri de allak bulak eder. Baskıyı ve kibri meşru hale sokar.
İnsan kendini büyük olarak görmeye dursun, olumsuzluklar, zulümler, ahlaksızlıklar, mantıksızlıklar ve ne kadar başıbozukluklar varsa hepsi hepsi ardı arkası kesilmemecesine sökün eder.
Üstünlüğü kendisinden kaynaklandığını kabul eden, başkasına ait hiçbir üstünlüğü kabul edemez. Hasbelkader bir üstünlüğe sahip olan olsa onu en büyük rakip olarak görür. Öyle bir noktaya gelir ki kuvvet onun için en büyük bir hak olup çıkar. Kuvvet ölçü olunca acıma, şefkat diye bir şey kalmaz. İşte bu iç diyalogsuzluk dıştaki zulümleri hazırlayan önemli faktördür.
Oysa toplum bir mozaiktir; zengin ve fakirin, güçlü ve zavallının, olumlu ve olumsuzun, mutlu ve mutsuzun, iyi ve kötünün, zalim ve mazlumun birlikte olduğu bir oluşumdur. Bu çeşitliliğin huzuru karşılıklı olumlu bakışa bağlıdır. Bu zıtlar arasındaki boşluk ne denli büyükse huzursuzluk ve karmaşa o denli büyük olur.
Mesela; zalimin mazluma karşı amansız zulmü, zalimle mazlum arasındaki iletişimsizliktendir; yani zalimin zulmü kendinde bir hak bellemesinden ve mazluma da zulmü reva görmesindendir. Zalim zulüm konusunda koyu bir cahildir. Oysa barbar, canavar ve hayvandan daha acımasızdır. Zalim iç sorgulaması olmayan bir insandır. Duygular arasındaki iletişimi tamamen kopuktur. Denilebilir ki zalim iç iletişimi hiç olmayandır; kayadan daha sert, canavardan daha saldırgan. İncelik ve nezaket onda silinmiştir. Yıkıcı ve yapıcı duygular arasındaki kopukluk hat safhadadır. Zalim acıma nedir bilmez. Duygular arasındaki bu diyalogsuzluk dış dünyaya, çevresine ve topluma da yansır. Zalimde dışa yansıyan zulümdür, cimride cimrilik, kibirlide kibir…
Aynı şekilde kendinde bir üstünlük olup da bunu kendine bir hak olarak tanındığına inanan insan da iç sorgulama eksikliğinden çevresine üstten bakacak, baskı yapacaktır. Aciz olana ve fakire karşı merhamet duyacağı yerde onları kendine köle kabul edecek, hiçbir üstünlüğü onlara yakıştırmayacaktır. Dolayısıyla kendinde üstünlük gören bir insanla hasbelkader kendinden düşük seviyede olanlar arasında hem duygusal ve hem de fiziksel bir kopukluk yaşanmaktadır. Bu kopukluk da toplum huzurunu bozan bir unsurdur.
Bir güzel oluşum mu olmuş; önce bunun başına konan kendini üstün kabul edendir, yani üstü örtük başkalarının hakkını gasp eden zalimlerdir. Sıradan insanların bu oluşumda yerleri yoktur. Kötü bir oluşumun sebep olanı ise zavallılardır, olduğu gibi fatura onlara kesilir. Örtük zulümlerdir bunlar ve bunlar her zaman adalet anlayışının tam yerleşmediği toplumlarda belki de böyle bir algı yaşanmadan işlenip durur. Bediüzzaman bu gafleti “Bir şeyde hâsıl olan mehasin ve şerefse, havas ve rüesaya o şey peşkeş çekilir. O şeyden neş’et eden seyyiat ve şer ise, efrat ve hem avama taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hâsıl lan şerefse, “Hasan Ağa, aferin! Hâsıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!”diye son derece edebi bir üslupla dile getirir.
İslam gerek insanın içinde ve gerekse toplum içindeki bağların çok sıkı olmasına son derece dikkat eder. Oruç, bir bakıma hem bireysel ve hem de toplumsal bir ibadettir. Toplumsallığı bireysel boyutunun yaşanmasından geçer. Yani oruç ibadeti insanın iç sorgulamasını, açlığın içselleşmesini sağlar; duyduğu açlıkla kendi dışında olan açları hatırlar, onların ne tür sıkıntılarla boğuştuklarını düşünür. Düşünür de içinde bir acıma duygusu belirmeye başlar; onlara karşı merhamet duygularını yoğun olarak yaşar. İşte bu merhamet duygularıdır ki zenginle yani olanla olmayan arasında büyük bir diyalog başlatır.
Zekât ya da sadaka da, tabakalar arasındaki kopukluğu ortadan kaldıran bir ibadet türündendir. Zekât, hadise göre İslam’ın bir köprüsüdür. İslam toplumunda insanların birbirine yardımları, köklü iletişimleri, yaklaşmaları ancak zekât sayesinde mümkündür. Zekât hem duygulara ve hem de fiziksel yapıya âdeta bir köprü gibidir. Yani zenginden fakire uzanan bir şefkat elidir ve fakirden zengine karşı duyulan bir saygıdır. Böyle olunca Bediüzzaman’ın dediği gibi, “İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryaki, ilâcı muavenettir.” diyerek, zekâtın duygu galeyanını sağaltıcı özelliğine değinilir. Zekâtın farz olması ve faizin yasaklanmasının hikmeti toplumun bütünsel huzurudur. (İşaratü’l-İ’caz) Zekât ve sadaka, insanın iç dünyasının dışa yansıyan şefkatin âdeta somutlaşmışıdır.
Aslında bütün ibadetlerimizde duygu diyaloglarının bir alıştırması esprisi vardır. Namaz olsun, oruç olsun, zekât olsun ve diğer ibadetler olsun, iç dünyamıza getirdiği düzenle birlikte bir ayıklık kazandırırlar. Kendine gelip iç dünyada birbirlerine karşı hassaslaşan duygular zamanla bu hassasiyeti dış insanlara karşı da göstermeye başlarlar. Bu diyalog kurulmaya dursun, artık iyilik ve güzellikler alışverişinin insanlar arasında yaygınlaşması canlı bir şekilde gündeme gelir. Kur’an ve İslam’ın toplumlara vaat ettiği cennet hayatı böylece tesis edilir.
Ruhlar cephesinde atılmayan bu temelin toplumlar arasında tesisi imkânsızdır.