Mehmet Abidin Kartal’ın yazısı
İnsan ebedi aleme giden bir yolcudur…
Bu öyle bir yolcu ki, ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu… Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu. Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir. Hazırlıksız yola çıkanlar, yollarda birçok sıkıntılara duçar olurlar. Doğru olan hazırlık yaparak yola çıkmaktır.. Hazırlık yaparak yapılan yolculuk, tefekkür yolculuğudur. “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” (Hadis-i Şerif)
İnsanın varacağı sonsuzluk aleminde rahat etmesi bu yolculukta yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Çünkü, eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine bir çok şey lazım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile bir çok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehre seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır. Gelin olan bir kız annesinin evinden ayrılıp kocasının evine giderken çeyizini ve eşyalarını beraberinde götürür. Çünkü yeni bir ev kuruluyor ve gelin yeni bir yuvaya gidiyor. Orada kendine, ailesine lazım olan eşyaları temin etmesi gerekmektedir. Dünyada hazırlığını yapan ebedi alemde karşılığını görecektir. İnsan dünya da ebede giden bir yolcu olduğu şuuru içinde yaşamalıdır. Bu da yapacağı yolculuklarda, kainata tefekkür gözlüğüyle bakmakla elde edilir.
İnsanın dünya hayatındaki yolculuğunda, tefekkür, yoldaki bütün tehlikeleri, engelleri ortadan kaldırır. Tefekkür, insanı en büyük kulluk mertebesi olan ‘Marifetullah‘a (Allah’ı bilmek, tanımak) ulaştırır. Bu da bütün varlıkların yaratılma sebebi, hikmeti, neticesi ve meyvesidir.
Tefekkürsüz bir yolculuk insanı çıkmaz sokaklara götürebilir. Bilgi çağı diyoruz ama modern insan tefekkürsüz bir girdabın içinde. Ülfet hastalığına yakalanmış. Bakar ama baktığı şeyi göremez… Onun inceliklerine, güzelliklerine, ihtişamına, hakikatine nüfuz edemez. Depresyondadır, bunalımdadır. Kafasındaki sorulara cevap bulamaz. Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Soruları cevapsız kalır. Ülfet hastalığının çaresi. Tefekkür, Tefekkür yolcusu olmak. Nedir tefekkür? Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni çalıştırma, derin düşünme, işin şuuruna varma, hikmet ve ibretten ders alma. İçinde marifet, muhabbet ve ibadetin de bulunduğu, düşünerek doğruyu bulmamızı sağlayan geniş bir sözdür.
Kâinat, nizam ve intizamıyla muazzam manaların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi, insan da kâinat kitabının sayfalarında yolculuk yaparak, tefekkür balı yapar. Tefekkür, insanın günahlarını, varlıkları ve kendini düşünmek, kavramlar üzerine düşünerek Rabbine yaklaşmak, yarattığı şeylerden ibret almaktır. Tefekkür, varlıklara Yaratan namına bakmaktır. Ne güzel değil, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış düşüncesiyle bakmaktır. Pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, insana tahkik-i imanı kazandırır. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir mektuptur.Tefekkür bu mektupları okumaktır. Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. İnsanın yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.
Bir kitap, mektup niçin yazılır? Okunması için. Bir resim niçin yapılır? Bakılması için. Bir sergi niçin açılır? Seyirciler için. O hâlde diyebiliriz ki, okunmayacak bir kitabı yazmak, bakılmayacak bir resmi yapmak ve seyircisi olmayacak bir sergiyi açmak abestir ve hikmetsizliktir.
Aynen bunun gibi bu dünya ve kainat dahi hikmetle yazılmış bir kitaptır. Sanatla yapılmış bir resimdir. Misafirlerin yolları üzerinde kurulmuş bir çarşı ve seyirciler için açılmış bir sergidir.
Bu kainat kitabını okuyacak, mütalaa edecek ve manalarını tefekkür edecek varlıklara ihtiyaç vardır. Tefekkür yolcularının görevi, kainat kitabını okumaktır.
İnsan, dünya hayatının her anında "varlığın dilinden Allah’ın birliğini" okuyabilse hayat boyu tadını başka hiçbir şeyde bulamayacağı bir huzura, mutluluğa kavuşur. Bu öyle bir huzur ki bu huzurda insan kendini solmaya, yok olmaya mahkum bir çiçek gibi değil, sonsuzluğa aday bir çekirdek gibi görür.
Bediuzzaman, Rabbimizi bize tarif eden üç külli muarrif var, bunlar "Kainat, Kur’an ve Rasulullah (sav) olarak belirtiyor. Tefekkür, insanı Tevhide götürür. Tevhidin üç temel değeri olan kâinat, Kur'an ve Hz. Peygamber (asm) arasında önemli bir bağlantı vardır.
En başta, Allah'ın bir sanatı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur'an vardır. Kur'an'ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed'dir (sav). Kâinat kitabı ise varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde Kur'an-ı Hakim'in ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur'an varlık âleminin gerçeğini anlatırken, Peygamberimiz (sav) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.
Kur’ân kâinatı okuyor, insanı ve kâinatı anlamayı kolaylaştırıyor. O’nu okuyan, Allah’ın hikmetle yarattığı sayısız güzelliği, sarıp kuşattığı harikaları tefekkür eder ve şuur kapısından içeriye girer.
Kur’ân ayetleri, gözleri kâinat kitabına yönlendirir. “... İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Sûresi, 3-4)” buyrulur ayette ve Allah’ın Sani sıfatına dikkat çekilir. Kur’ân, büyük Sanatçının eserlerini kare kare bize izletir. Her kare O’nun bir tablosudur. Eşsiz benzersiz bir tablosu. Bir resim ressamı, bir masa marangozu, bir makine, bir makine mühendisini gösterdiği gibi kainattaki her sanat, her eser, her tablo, milyonlarca bitkiler, hayvanlar, canlı cansız varlıklar, uçsuz bucaksız uzay, bütün bunları yaratan ve idare eden sanatkarı, yaratıcımızı gösterir. Sanatkarsız sanat, failsiz fiil olur mu?
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, sonsuz derecede bir düzen içinde bulunan şu memleket sahipsiz, idarecisiz olur?”
“...Şimdi bak, Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünden (kuruduktan) sonra nasıl diriltiyor (yeşertiyor)? Şüphe yok ki yeryüzünü kuruduktan sonra dirilten, elbette ölüleri (kabirlerinden) diriltir. O, her şeye kadirdir..”(Rum suresi, 50.ayet)
Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’den ve Resul-ü Ekrem’den (sav.) aldığı tefekkür dersini hayatına ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına uyarlamış, insanın istifadesine sunmuştur. Risale-i Nur Külliyatı, bütün insanları tefekkür yolculuğuna sevk eden rehberden başka bir şey değildir. Bediüzzaman'ın, Ayetü'l Kübra'nın başında işaret ettiği gibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O'na ibadet etmektir. Ayet-ül Kübra risalesinde zerrelerden kürelere kadar bütün mahlukat kainat kitabının anlaşılması için kendilerinin okunması gerektiğini söylerler. Her bir varlık “Bana bak, beni oku” der.
Merak ve hayret duygumuzun canlı tutulması, her sabah güneşi üstümüze doğuran, her an kalbimizi çalıştıran, her an ciğerlerimizi oksijenle dolduran merhamet sahibi Kudreti Sonsuza, O'nu görüyor gibi iman ve kulluk etmemiz için, en önemlisi, bu düşüncelerimizin diri kalması için kainata, mana-yı harfi gözlüğüyle bakmalıyız. Ayetü'l-Kübra’da Kâinattan Hâlik'ını soran bir seyyahın müşahede ve tespitleri bize bu bakışı gösteriyor.
Ayetü'l-Kübra, "kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı"ndan oluştuğu için, Risâle-i Nur'un içinde seçkin bir yere sahiptir. Yolcunun sorgulama tarzı Bediüzzaman'ın kainat üzerindeki tefekkürüyle elde etmeyi hedeflediği tevhide giden yolu özetliyor ve seyyah, hayalen kâinatın bütün alemlerinde onların Yaratana şahadetlerini öğrenmek için bir yolculuk yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğe davet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı, yağmuru, ve saire görür. Bu "kelimeler"den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar, düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır: "... rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerde istihdam ve havayı o surette icat eden, ancak Vâcibü'l-Vücûd ve Kàdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve'l-ikramdır."
Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı, cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarla mevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikle seyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün alemlerini temsil eden otuz üç "mertebe" ile birlikte görüldüğünde mükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucunun bakış tarzını, mahlukatı Kur'anî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaret ettikleri manalar için bakmayı öğretir.. Kainatın lisan-ı haliyle konuşmalarını anlamamızı sağlar. Ne güzel yerine, ne güzel yapılmış, ne güzel yaratılmış deriz.
Dünya yolculuğumuzu, tefekkür yolculuğuna dönüştürmek için, Kur’an’ı, Kur’an’ın tefsiri olan Ayetü'l-Kübra’yı, Risale-i Nurları okuyalım. Kainat konuşuyor, zikrediyor dinleyelim…
"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece gündüzün peş peşe gelişinde, akıl sahipleri için ayetler (deliller, ibretler) vardır. Onlar (o selim akıl sahipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken, otururken, yanları üstünde (yatar) iken (hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Bu tefekkür edenler şöyle derler;) "Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pak ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru." (Âl-i İmrân sûresi:190- 191)
“Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, Hidayetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim. Evet söz Odur ve Ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden Odur.” (Sözler, 7. Söz)