Âlemlerin Rabbi Kur’ân’ında Resûlullah aleyhissalatu vesselamı bizim için ‘en güzel örnek’ ve ‘aydınlatan bir kandil’ olarak tarif ettikten sonra, onun yaptığı bir şey karşısında mü’minler için elbette akan sular durur. Onun gibi yapmak isteriz, yapamadığımızda bile, aslında onun gibi yapmamız gerektiğini biliriz.
Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın mü’minler nezdindeki bu kıymeti ve itibarı, sözüne revaç, fiiline muhatap bulmak isteyenleri de gayrete getirir. Bilirler ki, söyledikleri söze, davet ettikleri fiile Asr-ı Saadet’ten, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan bir delil getirdiklerinde, muhataplar nezdinde sözleri ve tarzları daha bir makbul olacaktır.
Hayırlı yollara davet noktasında, güzel de bir dayanaktır dayandıkları…
Gelin görün ki, her hayırlı şeyden eksik olmayan muzır niyetler ve hesaplar, burada da devreye girer; ve Peygamber aleyhissalâtu vesselamın da dikkat çektiği üzere rahmet olarak üzerimize inen yağmurun yerden bitirdikleri arasında besleyici ve şifalı otların yanında kimi zehirli otlar da zuhur edebildiği gibi, Asr-ı Saadet’e ve Resûlullah’a atıfla meselesini anlatmanın itibarından kimi zehirli niyetler de istifade etmek ister.
Yahut, zehirli değilse de, diyelim, kimi dikenli niyetler…
Kendi eksiğini Resûlullah’ın tamlığıyla gözden ırak etmeye çalışanlar; kendi yanlışını Asr-ı Saadet’in doğrusuyla örtmeyi umanlar…
Öyle, şöyle ve böyle, daha nicesi…
Bu uğurda seçmeci bir gözle okurlar hadisleri, seçmeci bir bakışla tararlar Asr-ı Saadet’in hâtırâtını…
Tezleri ve duruşları lehineyse doğru olmayan bilgilere, doğruluğu şüpheli bilgilere dahi kıymet verir, tezleri ve duruşları aleyhineyse doğru bilgiyi safdışı bırakacak işlere ve te’villere yeltenirler.
Bakarsınız, özel olan genelleştirilirken, umumî hüküm özele indirgenmiş. Mutlak olan kayda bağlanmış; şarta bağlı olan mutlaklaştırılmış…
Özel olanı genelleştirme, genel hükmü hususileştirme; mutlakı mukayyed kılma, mukayyedi mutlaklaştırma…
Odaklanılan ânın Asr-ı Saadet bütünüyle, odaklanılan olay veya fiilin Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın sünnet-i seniyyesinin tümüyle irtibatı ihmale uğramış yahut…
Bu minvalde, kendi merhametsiz tutumuna Asr-ı Saadet’i mesned kılmaya kalkanlar da çıkar karşımıza, kendi izzetsiz duruşunu Resûlullah üzerinden meşrulaştırmaya çalışanlar da…
Bu sonuncusunu yapanların dilinde, sakız gibi bir söylem, bir anlatı dolaşır durur meselâ. Kim nereden nasıl saydı bilinmez; onun tebliğ gayreti içinde meselâ Ebu Cehil’in dahi altmış, seksen, yüz, yüzkırk, hatta ikiyüzelli kez ‘ayağına gittiğini’ söyleyenlere rastlar gözlerimiz.
Bu anlatıdaki ‘ayağına gitme’ ifadesindeki sıklet ayrı bir arıza, evet. Lâkin, âlemlerin Rabbi peygamberi Musa aleyhisselama “Firavun’a git!” deyip onu da imana ve tâate davetle memur kıldıysa, Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselam da Rabbi dilemişse kalkar ve o zamanın firavunu Ebu Cehil’i de uyarır elbet. Allah emretmişse, resulün cevabı elbette ‘işittik ve itaat ettik’ olur.
Ama o Ebu Cehil’e gitmişse de, Resûlullah olarak, risalet vazifesinin içerdiği izzet ve vakar içinde gider.
Bununla birlikte, birilerinin kendi izzetsizliğine mazeret olarak ürettiği o çok sayılı söylemlerin aksine, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın bu kadar çok kere ‘Ebu Cehil’e gittiği’ne dair bir bilgi, sahih rivayetlerde yoktur.
Bununla birlikte, kaynaklarda sayıları bir elin parmakları miktarınca, Ebu Cehil-Resûlullah karşılaşmasına dair vak’a da anlatılır.
Bunların en meşhuru ise, İraş b. Amr isimli bir bedevî dolayısıyla yaşanandır. İraş devesine binip Mekke’ye gelmiş, Ebu Cehil de ondan devesini satın almıştır. Fakat devenin bedelini ödemeyi geciktirir, vadeyi uzatır durur. Bunalan adamcağız, bir gün Mescid-i Haram yakınlarında Kureyşlilerin toplandıkları yere gelir, şikâyetlenir. O sırada, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam da Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturmaktadır.
“Ey Kureyş cemaatı! Ben garib, yolcu bir adamım! Ebu’l-Hakem Amr b. Hişam’daki hakkımı almak için, bana kim yardım eder?” diye sorar İraş.
Orada oturanlar, Ebu Cehil'in peygambere düşmanlığını bildikleri için, alaya almak maksadıyla, elleriyle onu göstererek, “Şu oturan adamı görüyor musun? Sen ona git! O, senin ondaki hakkını almakta sana yardım eder” derler.
İraş, Resûlullah’ın yanına yaklaşır, derdini ona anlatır. “Şu cemaattan, ondaki hakkımı almakta bana yardım edecek bir adam sormuştum. Onlar da bana seni gösterdiler. Sen ondan benim hakkımı alıver!”
Bu sözler üzerine Resûlullah oturduğu yerden kalkar, adamla birlikte Ebu Cehil’in bulunduğu yere doğru yönelir.
Çare olarak onu gösterenler, Ebu Cehil’in Peygambere tepki koymasıyla bir arbede beklemektedir.
Resûlullah, Ebu Cehil’in evine kadar gider, kapısını çalar, Ebu Cehil kapıyı açtığında, “Ver şu adamın hakkını!” diye uyarır.
Kureyşlilerin beklediği şey olmaz sonrasında. Ebu Cehil değil kavga, arbede çıkarmak; yumuşak bir sesle “Olur!” der, içeri girer ve hiç zorluk çıkarmadan adamın hakkını getirip kendisine verir.
Umduklarından tamamen farklı bu manzara karşısında Kureyş’in müşrikleri neden böyle yaptığını Ebu Cehil’e sorduklarında, Resûlullah evinin kapısını çalar çalmaz, içine dolan korkuyu ve kapıyı açtığında bu korkuyu daha da arttırır şekilde gördüğü şeyleri aktarır.
Neticede, maksat hasıl olmuştur. Ebu Cehil’in yemeye niyetlendiği hak yanına kâr kalmamış, Resûlullah’ın müdahalesiyle hak sahibini bulmuştur.
Kaynaklar, benzer bir olayı daha anlatırlar. Bu olayda ise, malını satmak için Mekke’ye gelen Zübeyd kabilesine mensup bir tüccar sözkonusudur. Ebu Cehil, malına talip olur, lâkin çok düşük bir fiyat biçer. ‘Öldüm fiyatına’ diye anılan cinsten bir fiyat. Lâkin başka müşteriler Ebu Cehil’in şerrinden korktukları için daha fazla fiyat veremezler. Zor durumda kalan tüccar Hz. Peygamber’e giderek durumunu anlatır ve onun sayesinde malını değeriyle satmaya muvaffak olur. Ebû Cehil bunu duyunca Hz. Peygamber’in evine gidip kendisiyle kavgaya tutuşur.
İslâm’ın ilk yıllarının Mekke’sinden iki olay.
Birinde, Ebu Cehil’in evine giden Resûlullah, diğerinde Resûlullah’ın evine giden Ebu Cehil…
Bu simetrik tabloya karşılık, iki olayın ana konusu aynıdır: Haksızlık yapan Ebu Cehil’e karşılık, hakkın yerini bulması için müdahale eden Resûlullah…
Bu manzara, bu zamanın mü’minlerine çok şey söylemeli.
Hem güçlüler karşısında susmuş, pusmuş hallerine Ebu Cehil’in bilmem şu kadar ‘ayağına gitme’ anlatılarıyla cevaz bulmaya çalışanlara; hem de Resûl’ün yolunda olduğunu dava ederken Ebu Cehil gibi hak yemekten utanmayanlara…
Bu iki olayın da beraberce gösterdiği üzere, ahlâkın en güzeliyle muttasıf Peygamber aleyhissalâtu vesselamın güzel ahlâkının çok veçhelerinden ikisi, izzeti ve adaletiydi.
Onun izzetinden de ders almamız gerekiyor; adaletinden de…
Alabilenlere selam olsun!