45. sene-i ömrüyesinin başında bekleyen bir ihtiyar genci görmekteyiz. Yuşa tepesinde etraf-ı aleme bakıyor bu genç. İhtiyarlığının ortasında, ikindi vaktinde hal-i aleme bakıyor. Volga nehri kenarındaki o hazin halet ruh dünyasına bir nehir gibi akmıştı. 45. yaşında duran bu aziz zat, 43 yıl boyunca müsbet noktada dünyayı kendi ile meşgul edecek bir davanın mana hazırlığı içindeydi. İnsan emelleri kırktan sonra sönerken o bu yaşlarda ruh aleminde feveran eden İslami hizmetin yol ve tarzını arıyordu. Onu bazen Yuşa tepesinde, bazen Van Kalasında bazen Erek Dağının tepesinde bazen Çam Dağında, bazen de 13. asrın minaresinin başında görüyorduk.
Barla'nın dağlarında o tek başına ağlıyordu. Hem hemşiresine bir de hiç unutamadığı vefasız yeğeninin ayrılığına ağlıyordu. Abdurrahman Allah'ın ona verdiği rahmet noktasında bir abdi. Allah o abdi rahmetiyle aldı çünkü daha çok abdleri ona ihsan edecekti. Bir Abdurrahman gitti yerine Hulusiler, Tahiriler, Hüsrevler, Aliler Mustafalar gelmişti. Biri alan, otuzbin kuvvetinde Abdurrahmanları ona çok görmeyecekti.
Ahir zamandaki o büyük feyiz menbaına, o marifet denizine açılan yolu ihsan edecek olan Allah onu çok dar boğazlardan, dağ ve derelerden, esaretlerden, bazen zalimlerin kucağından geçirerek vehbedecekti. Tam bu sıralarda kurucu kadro ile anlaşamayan ve tren biletinin üzerinde ‘artık eskimeyen Said’i hiç eskimeyecek yepyeni bir Nursi'ye götüren’ not ile hayat tarihçesine kaydeden bir dava adamı ile karşılaşacaktık. Allah ona yalnızlığı rahmeti ile vermişti abdleri ondan rahmeti ile almıştı. Kainat kadar geniş bir dostluk meclisini insanlardan uzaklaştırarak veriyordu. Artık o kainat kitabını emaneten almıştı.
O kitabın tüm harfleri ile manevi rabıta kurmuştu. Ağaçların hemhemesi, yaprakların hışırtısı, onun ruhuna imanın nuruna karışmış latif nağamatlarla iniyordu. Yıldızlar mumlar meyveleri olmuş, güneşi dile getiriyor, kediyi rahmani sofrasına davet ediyor ve dinliyordu. Bahar ve yaz, kış ve güz deveranı onun için beşeri sinemalara göre daha zevkli geliyordu. İnce telli yaprakların nağamatlarına bir orkestra şefi olmuştu artık o. Kainatı avazıyla dolduran musika-i ilahiye onun için beşerin tüm yetimane ağlamalarından daha üstündü. Bazen bir üzüm salkımını, bazen bir çiçeğin püsküllerini bazen da Kur’an-ı Kebir olan kainat kitabının büyük harflerini sayarken dikkatimizi çekiyordu.
O artık insanların yaptığı sun’i mektuba ehemmiyet vermiyordu. Van ka’lasının karşısındaki kudret mektubları olan ağaçlar, bağlar ve göl onun için, onun ruhunu misafir eden kalb ve idrakini ağırlayan bir mütalaa sofrasına dönüşmüştü. Aynı zamanda onun Kur’an sofrası Hz. Ali ve Gavs-ı Azamla şerefleniyor hususi üstadlarından aldığı taktik ve teknikleri manevi alemde kuracağı hizmetin erkanları yapıyordu. İkinci Said diye adlandırdığı yeni Saidin değişim ve farklılaşma dinamikleri kendini iyice hissettirmekteydi.
Siyasi afakta cereyan eden hadiselere paralel bir eser küliyatı, ihtiyaca binaen geliyordu. Allah feyiz koridorunu Çam dağlarına ve Barla'nın bağlarına vermiş ve nur müellifi vücuda gelecek külliyat hazinesini buralarda karşılıyordu. Tam da bu sırada otuz sene önce nahnu deyip bıraktığı haşir bahsinin kaynağını oluşturan Rum Suresinin ellinci ayetini tam beş yüz defa okuyordu bir yandan meclis canibinden gelen inkar-ı haşir mefkuresi, karanlıklı duhan (duman) fikir ve vicdanın tepkimelerini, imanın aksiyonunu mefluç etmeye başlarken Yeğeni Abdurrahman otuz senede olgunlaşan tefekkür meyvesinin meclise girişine vasıtalık yapacaktı.
İnkar-ı haşir mefkuresini onların boğazına hatta kursaklarına tıkayacaktı. Hakikatte otuz senede olgunlaşıp müellifinin kemale erdirdiği bu meyve münkirlere acı bir su, mü’minlere hidayet zemzemi olmuştu. Arkasına aldığı bu hakaik-i imaniye rüzgarını, alem-i islamın içlerine doğru estirmeyi başarmıştı. Ama o bu vaziyette yine yalnızdı. Bastırdığı haşir risalesinin matbaa masrafı olan beş yüz lirayı bile borç almıştı. Allah vagon dolu iman hakikatlerini çok garip raylarda taşıyordu. Bazen harpte Enver Paşanın vermiş olduğu kağıtlarla bazen de iki tane Yörük efesinin sadece ziyaret maksatlı gelip borç verdiği beş yüz lira parayla…
Üstad hazretlerinin ruh dünyası ve kalp iklimi hiç sönmeyecek bir davanın ulvi ateşine hazırlık yapıyordu. O ateş ahir zamanın soğuk inkarını ısındıracak, ziyası ile de inkar karanlıklarını, dumanlarını ışıtacaktı. Ama onu yine ağlarken görüyorduk; bazen sesi işitilecek derecede yüksek bir sesle Eskişehir hapishanesinin okula bakan penceresinin önünde bir cumhuriyet bayramında, bazen şanlı Osmanlı Devletinin hilafet saltanatının sona ermesinden dolayı Barla'da, bazen davasını galibiyetiyle gelen rahmet damlalarının gözyaşı olarak tecessüm ettiği Sav köyünün Yusuflar mescidinin önünde…
Abdullah Korkmaz