Bismillahirrahmanirrahim
Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: "Londra'da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki sükût ediliyor."
Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta "dâr-ı harp" denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.
Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş.
Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hâl ile ders veriyor. Anane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar.
Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî lügatından taallüm ettiği hâlde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler. Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.
Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü's-sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: "İmam-ı Âzam, sair imamlara muhâlif olarak demiş ki: 'İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.' Öyleyse biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz."
Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.
İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.
Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.
İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.
Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
Dördüncüsü: Fâtiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha'yı bilmeyen namazı terk etmesin.
Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir! (Mektubat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
AN'ANE-İ İSLÂMİYE : İslâmî gelenek.
AVÂM : Sıradan biri, fakir halk tabakası; okuyup yazması az olan; ilim ve irfânı az, basit yaşayışa sahip kimse.
CADDE-İ KÜBRA : Büyük cadde; en selâmetli yol; Kur'ân'ın gösterdiği yol.
CEVAZ : İzin, müsaade, ruhsat.
CEVAZ-I ŞER'İ : Şeriatın cevâzı, fetvası, müsaadesi.
DÂR-I HARB : Harb diyârı, savaş memleketi.
DİYÂR : Yer, memleket, mahal.
DİYÂR-I ÂHAR : Başka memleketler.
DİYÂR-I BAÎDE : Uzak memleketler.
DİYÂR-I İSLAM : İslam memleketleri.
ECNEBÎ : Yabancı. Müslüman olmayanlar.
EHL-İ İLHAD : Dinsizler.
EHL-İ KUBÛR : Kâbirde yaşayanlar.
EHVENÜŞŞER : İki şer'den daha zararlı olanın tercih edilmesi.
EİMME :İmamlar.
EİMME-İ MÜÇTEHİDÎN : İçtihad eden imamlar. Kur'an ve sünnetin ışığında dinî konularda hüküm çıkarabilen âlim zâtlar.
ELFÂZ : Ağızdan çıkan sözler, kelimeler
ERKÂN-I İSLÂMİYE : İslâmın temel şartları, rükünleri.
FETVÂ : Bir mesele hakkında ehil olan kimse tarafından verilen dînî hüküm.
FRENGİSTAN : Avrupa. (Fransa v.d.)
HAMİYET-İ İSLÂMİYE : İslâmı koruma, Müslümanlara sahip çıkma ve müdafa etme gayreti.
HÜCCET : Senet, vesika, delil; bir iddiânın doğruluğunu ispat için gösterilen belge.
İDLÂL : Saptırmak, azdırmak.
İHSÂS : Açık anlatmadan kapalıca bahsetme, hissettirme.
İHTİDÂ : Hidâyete erme, doğru yola girme.
İMAM : Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan.
İSTILÂHAT-I ŞER'İYE : Şeriatın tâbiri, deyimi.
KELİMÂT-I MUKADDESE : Mukaddes kelimeler. Kusursuz ve noksansız sözler.
KIYAS : Benzetme, karşılaştırma, mukayese etme.
LİSÂN : Dil, anlatma şekli, tarzı.
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi.
LİSÂN-I ŞERİAT : Şeriat dilinde.
MAÂBİD : Mâbedler, ibâdet yerleri.
MAÂNÎ : Mânalar.
MAÂNİ-İ MUKADDESE : Mukaddes, temiz ve saf mânâlar.
MAKBERİSTAN : Mezarlık.
MEÂL : Birşeyin pekçok mânâlarından biri; birşeyin kısaca mânâsı, anlamı.
MEÂL-İ İCMÂLÎ : Kısaca mânâ, mânânın özeti.
MEDÂRİS : Medreseler. Din, îmân, ahlâk ve fenni derslerin okutulduğu, talebenin de kaldığı okullar.
MEDÂRİS-İ DİNİYE : Dinî medreseler.
MEFÂHİM : Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
MESAG : İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.
MEYL-İ TAHRİP : Yıkma, arzusu.
MUAZZAM : Büyük, iri, kos koca.
MUHAVERÂT : Konuşmalar, haberleşmeler.
MUHÎT : İhâta eden, herşeyi kuşatan ve herşeyi içerisine alan; etraf, çevre.
MUKADDES : Kudsî, temiz, pâk, ârî.
MÜCMEL : Kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok.
MÜTEMÂDİYEN : Aralıksız, durmadan, devamlı sûrette.
RİVÂYET : Peygamberimizden işittiklerini veya Sahabeden duyduklarını, birisinin başkasına anlatması.
SAİKA : Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞEÂİR-İ İSLÂMİYE : İslâmın sembolleri, işaret ve belirtileri. (Dînî kıyâfet, ezan, kurban gibi.)
ŞEVKET : Kudret ve kuvvetten gelen büyüklük, padişaha mahsus heybet ve saltanat.
TAALLÜM : İlim edinme, öğrenme, ders okuyarak öğrenme.
TAĞYİR : Bozarak değiştirme, başkalaştırma.
TAHRİF : Harflerin yerlerini değiştirmek, bozmak, kalem karıştırmak.
TEFEHHÜM : Anlama.
TEHCİR : Yerinden, yurdundan çıkarma. Sürgün etme.
TELKİN : Fikir aşılama, öğüt verme, zihinde yer ettirme.
TERCİH : Birşeyi üstün tutma; seçme.
TEŞEBBÜS : Bir işe girişmek, sağlam bir niyetle bir şeye başlamak.
TEVELLÜD : Doğma, doğum, doğmuşluk.
ULEMÂÜ'S-SÛ : İlmi kötüye kullanan, dünyevî menfaat için ilmî âlet ve vasıta yapan âlimler.
ZAAF-I ÎMÂN : İmân zayıflığı.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi. Bilinç sahibi.