“Bir zamanlar edebiyatın gücüne, bir şeyleri değiştirebileceğine kuvvetle inanırdım. Yıllarım, bu inancın te’siri altında palazlanıp gelişen bir tutkunun peşinden koşmakla geçti. Edebiyat, günbegün kirlenen, saflıktan uzaklaşan bir dünyada temiz ve uyanık kalmanın, vicdani ve ahlaki çürümeye karşı durmanın güçlü kalelerinden biriydi. Kendiliğinden korunaklı, temiz bir alan da oluşturuyordu bu kale, orada yaşayanlar için. Edebiyatı savunmak, yaşanabilir bir dünyayı savunmak demekti. Doğrusu bu ya, 'söz'ün geçmişten beri taşıya geldiği itibar ve önümüze serdiği büyük birikim, insanı böyle muhayyel bir gücün varlığına inanmaya ikna ediyordu. Bir avunma mıydı bu, sâfiyâne bir inanış yahut büsbütün aldanış mıydı?
Kabul edelim, artık 'söz', azgın bir çağın ve derisi kalınlaşmış insan türünün vicdanına işleyemiyor. Bugünün insanı, edebiyata karşı açıktan hıyanet değilse bile münafıkça bir tavır içinde. Okumayı sevdiğini söyleyip edebiyatı küçümsüyor. Edebiyat dergilerini alıp okumuyor; yaşatmak için görünür bir çaba harcamıyor. İyi romanlardan, öykülerden, gerçek şiirden habersiz. Ömrünü edebiyata vermiş, köşesinde sessiz yaşayan gerçek yazarlara ve kitaplarına sırtını dönmüş. Şımarık, çokbilmiş, hoyrat bir mirasyedi tavrıyla, sahih olan her şeye burun kıvırıyor. Çoksatar yazarların önünde uzun imza kuyrukları oluştururken, edebiyatın insanı çağırdığı o sahih hayatı aşındırdığının farkında değil. Bütün bunlar yaşanırken ortalıkta 'okur' diye gezinen kitlenin büyük çoğunluğunun 'edebiyat münafığı' olduğunu söylemek haksızlık mıdır?
Soğuk ve yağmurlu bir aralık akşamında, günümüzün iki usta yazarıyla oturup uzun uzun, gücünü ve etkisini yitiren edebiyattan söz açıyoruz. Adını koymadan bu 'münafıkça' tavırdan yakınarak... Şüphe yok, Türk edebiyatı güçlü bir roman ve öykü damarına sahip. Avrupa'nın çok ilerisinde canlı bir şiir ortamımız var. Fakat has edebiyatın sesi, hiçbir zaman yükselmiyor. Batı'nın üçüncü sınıf romanları, büyük ve önemli bir edebiyat olayı sayılarak yüzergezer okurun iştahına sunuluyor. Böylece düşünen, anlayan, sorgulayan okurun yerini, 'kitap tüketen' canlılar alıyor. Okuma serüvenine ihtiyaçlar ve dilden alınacak lezzetler yerine hangi besini ne kadar 'tüketeceğimizi' salık veren beslenme uzmanları gibi, hangi kitapları 'tüketeceğimizi' belirleyen 'yayın gurmeleri' karar veriyor. Bu da muhalif, sorgulayıcı, ahlaki bir tavır oluşturmaya çalışan gerçek edebiyatın üstünü adamakıllı örtüyor. Öyleyse nedir? Edebiyat bir eğlencedir!
Doğrusu bu... Peki, o zaman edebiyat ne işe yarıyor? Söylemesi zor; ama edebiyat bugün 'güçsüzlerin dili'dir büyük ölçüde. Kaybetmişlerin, başka bir dünya hülyası kuranların, vicdanı kanayanların sığındıkları kuşatılmış bir kale... Öyleyse neden hâlâ yazıyoruz, neden romanlar, öyküler, şiirler yayımlıyoruz?
Geçende benden yaşça büyük bir okurum, 'Gazetede yazınızı görmeyince üzülüyorum.' deyiverdi. Hiçbir riya emaresi yoktu sesinde. Belki dedim, işte bu ihlaslı okur için yazıyoruz. Yaptığımız, ruh kardeşlerimizle konuşmaktan, varlığımızı birbirimize hissettirmekten ibaret. Karanlık bir ormanda kaybolmuş çocuklar gibi yitik kardeşlerimizi sesimize çağırıyor; korkularımızdan sıyrılmaya çalışıyoruz. Böylece zamanın barbarlığını ve içimizdeki sonsuz melali unutuyor, orada bir süreliğine mesut oluyoruz.
"Bilmiyorlar ki” diyordu Ahmet Haşim, Yahya Kemal'e yazdığı bir mektupta, "Dostluğumuzun cinsi, onların anlayacağı bir neviden değildir. Havada, ziyada, suda ve semada aynı şeyleri sevmiş olmanın yapacağı dostluğu bilmiyorlar!" Bugün, bunca münafıklık karşısında hâlâ 'söz'e iman eden insanların yaptığı, 'aynı şeyleri sevmiş olma'nın dostluğuyla dünyanın bir yerlerine dağılmış hakiki kardeşlerini aramaktır. Edebiyat, onların ortak dilidir yalnızca…”
Böyle hayıflanıyordu hayli dertli genç bir edebiyatçımız. Çok acı da olsa katılmamak ve tümüne gönülden amenna! dememek mümkün değil ama neden daha açık konuşarak bu durumun adını koymuyoruz ki: Edebiyat öldü.