(Yirmi Üçüncü Söz Risalesi Okumaları, Ders Notları 2)
Yıllar önce, İhsan Kasım Salihî ağabey, yanlış anımsamıyorsam, Nesil Yayınları’ndaki bir pazar dersinde şöyle bir cümle söylemişti: “Evet, biz elhamdülillah ki, Müslümanız; ama diyemiyoruz ki, kafamızdaki her malumat Müslümandır.” Hiç unutmuyorum bu cümleyi... Ve devamında Batı medeniyetinin eğitim sisteminde yetişerek öğrendiğimiz önyargıları, tabuları, şablonları nasıl imanın üzerine yama yaptığımızı; onun nasıl uygulamada arızalar çıkardığını aktarmıştı. Şimdi düşünüyorum da; Bediüzzaman Hazretleri’nin; Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümü esnasında fikrinin ayaklarına dolaştığını söylediği “felsefe” de, belki bu tür malumatların birikintilerinden ibaretti. Belki de onlar engel oluyorlardı Eski Said’in dönüşümüne? Kimbilir? Ama hakikaten vardı böyle bir şey... Ben bunun pek çok nümunesini hayatımda yaşadım, pek çok örneğini nefsimde gördüm. Bir tanesini de Yirmi Üçüncü Söz münasebetiyle size aktarmaya çalışacağım.
Risale-i Nur’u ilk okumaya başladığım dönemlerde yaptığım en büyük hatalardan birisi de ayetleri atlamaktı. Evet, yanlış okumadınız; ben Risale-i Nur’u ilk okuduğum zamanlarda (biraz da o zamanlar Arapça hattı okumayı bilmeyişimden) bu metinleri atlardım. Metinlere konsantre olur, onları anlamaya çalışırdım. İlk okumalarım sırasında bu böyle sürüp gitti. Ta ki, Kenan Demirtaş ağabeyden hakikatli bir ayet dersi alana kadar...
Kenan Demirtaş ağabeyin dersine katılanlar bilirler; onun için, külliyat metinlerindeki ayetler, her paragraftan, her nükteden veya noktadan sonra varılması gereken sonuçlardır. Mutlaka kapıların sonunda onlara varılmalıdır. Kenan ağabey bu yönüyle, Risale metnini, her cümlesinin sonunda bir okla başındaki ayet-i kerimeye bakan bir kablo ağına benzetir. Dersini yaparken de böyle yapar, yorumlarken de böyle yorumlar. Ve her zaman şunu öğütler: “Siz bu metni okurken, hep bu ayete varmaya çalışacaksınız. Ayet asıl olacak her zaman, metin değil. Metin sizi ayete götürmek için var. Ayet, sizi metne götürmek için değil.”
Hakikaten bu gözle okuduğumuz zaman biz fark ettik ki, Risale-i Nur ancak böyle tefsir olur. Ancak böyle tefsir gibi okunur. Bu noktada, bazı derslerde ayetlerin hiç üzerinde durulmadan hızlıca atlanmasını, metnin üzerinde ise uzun uzun anekdotlarla anlatımı pek kusurlu gördüğümü belirtmeliyim. Böylesi bir anlatım, Risale-i Nur’un, Kur’an ile olan bağının tam olarak algılanmasını da engelliyor, bu kudsî bağı örtüyor. Belki de bu yüzden bir kısım muterizler; “Risale’yi Kur’an’ın önüne koyuyorsunuz” diyorlar. Bunu söylerken mezkur zaafımızdan faydalanıyorlar.
Yirmi Üçüncü Söz’e de bu gözle baktığımızda, hemen başındaki ayet-i kerimelerin aslında metin boyunca anlatılanın şifreli hali olduğunu görüyorum ben kendimce. Kabiliyetime göre öyle yorumluyorum. Mesela; “And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik. An¬cak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna” (Tîn Sûresi, 95:4-6.) ayet-i kerimesi, her bölümüyle, pek çok noktada Yirmi Üçüncü Söz’ün metinlerinde anlatılmak istenenleri özetliyor, kapsıyor gibi...
En güzel şekilde yaratanın da, aşağıların en aşağısına indirecek olanın da yine Allah olmasının idraki; bir yönüyle Yirmi Üçüncü Söz’deki noktalar ve nükteler boyunca üzerinde durulan; “sanatları okumak ve okutturmak meselesinde” insanın kimin kapısına gitmesi gerektiğini tarif ediyor. Hem burada ince bir tevhid dersi de var. En güzel kılacak olanın da, en aşağılara indirecek olanın da yine O (c.c.) olması, başarının veya başarısızlığın sebeplerinin hep Onun rızası ve kanunları dairesinde arınmasını öğütlüyor. Noktaları ve nükteleri boyunca imanın menfaatimize olduğu, fıtratımızın onu arzuladığı, saadetimizin onda olduğu ve onunla kazanacaklarımızın sayısız olduğu üzerine kurgulu olan Yirmi Üçüncü Söz’ün hemen başında bu ayetlerin yer alması, ayrıca anlamlı bence... Bu yönlerini ele alınca ayetler size açılıyor, size çok farklı anlam tabakalarını gösteriyorlar. Hem yine sonuncu ayetin iman ve amel-i salihe birlikte gönderme yapması; beş noktada imanın gerekliliği anlatan, beş nüktede ise amel-i salihle kazanılacaklar üzerine bilgiler veren Yirmi Üçüncü Söz’ün üslubunu nereden aldığını belirtiyor gibi... “Arife bir işaret yeter.”
Buradan hareketle İhsan Kasım ağabeyin tespitiyle alakalı bir şey daha söyleyip yazıyı bitireceğim ve ayetlerin üzerinde bir dahaki yazımızda daha ayrıntılı duracağız inşallah. Üzerinde durmak istediğim nokta ise şu: Bize, (tıpkı İhsan Kasım ağabeyin gönderme yaptığı gibi) okul hayatımız boyunca, ideal bir yazının “giriş-gelişme-sonuç” bölümlerinden oluştuğu, bu dizilimle ilerlediği öğretiliyor. Bir kompoziyson, bir makale veya deneme yazarken de böyle bir usül takip etmemiz salık veriliyor. Eğitim hayatımız boyunca da, “okur gözlerimiz” ve “yazar kalemlerimiz” (hakikatte ise beyinlerimiz) hep böyle kodlanıyor. Biz de bu tedrisden (marangozhaneden) geçtikten sonra elimize aldığımız her metni bu gözle değerlendirmeye başlıyoruz. Girişi önemsemiyor, hızlı atlıyor; gelişmeyi çok ayrıtılı ele alıyoruz, sonuçta da işi bitiriyoruz. Gerçi hakkını verelim, gündelik hayatımızda bu usül işlerimizin gayet güzel yürümesini de sağlıyor. Peki, ama Risale metinlerinde de bu iş böyle mi? Aynı yöntem orada da bu denli başarılı mı?
Bu noktada isterseniz, Risale-i Nur’a, kendisini ifade ediş tarzına bir kulak verelim. Bakınız Bediüzzaman Hazretleri, Şualar isimli eserinde külliyatın üslubunu talebelerine anlatırken neler söylüyor: “Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder.” İlginç değil mi? Yine başka bir yerde de Üstad, benzeri şöyle bir uyarıyı yapıyor talebelerine; “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez.”
Ben bu uyarılar eşliğinde kendi eski okuma üslubunu ve sair bazı kardeşlerimin okuma üslubunu ele aldığımda; giriş bölümlerini, hâlâ eğitim sisteminde bize öğretildiği gibi algıladığımızı (içim yanarak) anlıyorum. Halbuki Üstad’ın tarzında, alışılanın aksine, en girift, en güçlü, en sanatlı bölümler Risale metinlerinin giriş bölümleridir. Ayetlerle birlikte başlanılan kısımları ve devamları. Belki bazı eserler istisnası olabilir, ama umumiyetle bu böyledir. Ki Üstad da, “başta biraz perdeli gidiyor” diyor.
İşte İhsan Kasım ağabeyin yaptığı tespitin, Yirmi Üçüncü Söz vesilesiyle benim dünyamdaki izdüşümü bu oldu. Ben diyorum ki şimdi, kendime; Yirmi Üçüncü Söz’ü ancak başındaki ayet-i kerimeyi tam anladığın gün anlayacaksın. Haşa, bu da eksik oldu. Daha doğrusu belki şöyle: Sen Yirmi Üçüncü Söz’ü okuyacaksın, ama bütün okumaların boyunca giriş bölümündeki o ayeti anlamaya çalışacaksın. Ayeti anladığın gün, Yirmi Üçüncü Söz’ü okumuş olacaksın. “İbn-i Hacer ne diyor diye değil, Kur’an ne diyor diye bakmalısın her ilme...” Bu da Yirmi Üçüncü Söz’ün daha sayfaları arasındaki yolculuğuma başlarken dilime çaldığı bir bal oldu. Allah bu baldan hissemizi ziyade eylesin.