“Kendimi sana doğru savuracağım
Ve boyun eğmeden ey ölüm!” [Virginia Woolf]
“Edebiyat ve İntihar” isimli güzel bir esere tesadüf ettim geçenlerde. Yazarı Adem Eyyüp Yılmaz. Yıllardır merakımı çeken bir konu olması noktasında benim için ayrı bir önem taşıyor bu mevzu.
Beş aylık askerlik hayatım bu konuyu uzun uzun düşünmekle geçti. Beş ay içinde günde altı yedi saat süreyle tam yüz kitap okudum, okuduğum kitapların yarısından biraz fazlası şiir ve romana dairdi.
Askerliğin o kaskatı ve donduran düşüncesizlik halinden kitapların yumuşak ve munis dünyası bir parça kurtardı benliğimi.
Bu kitapların satırları arasında hep sanatçıların intihar eylemi takıldı kafama. Stefan Zwing, Walter Benjamin, Sadullah Paşa, Beşir Fuat gibi tanınmış isimler hayatlarına kendi isteğiyle son vermişlerdi. Son anlarını mektuplaştıran cümleler ise en trajik sahneler…
“Neşe bir tek çocuklara ve delilere yakışır” der Tarkovsky. Doğru ama huzursuzluk ve hüzün neden intihar sebebi olsun ki?
İnsan, niçin intihar eder?
Bu sorunun psikolojik ve sosyolojik birçok açıklaması yapılabilir. Fakat söz konusu insanlar, sanatçılar olunca durum bütün bilimlerin ilgi sahası dışına çıkarak farklı bir düzleme kayar.
Hayatının baharında, ona kendi elleriyle son vermek, daha yirmi ikisinde şöhretsiz bir şair iken bu eylemlere teşebbüs etmek.
Kleist, Hölderlin gibi batılı kafalar için bu eylem belki bir dereceye kadar soylu bir teşebbüs olarak karşılanabilir. Anlam bunalımı, varlık sancısı, üst üste vuku bulan iki dünya savaşı, değerler karmaşası gibi nedenler makul birer mazeret olarak görülebilir.
Bizim cenahta ise durum biraz daha feci. Belki kendi anlam dünyamızın kodlarından uzaklaşmak, yaşamımıza mana katan değerler hiyerarşisi ile aramıza kapatılması zor bir mesafe koymak, belki de kendi “öz vatanında parya” muamelesi görmek…
Her şeyi söylemek mümkün. Ne söylenirse söylensin bence yara çok daha derinlerde, fitil tutmaz. Wolf, intihar etmeden önce hayatı delice seven bir aşık, intiharına doğru giderek bedbin, ümitsiz ve şaşkın bir zavallı durumuna düşüyor. Mayagovski için durum aynı. Van Gogh yine aynı şaşkınlar kafilesinin içinde.
İntihar neyi çözer?
Hayat, Allah tarafından bize bahşedilmiş en kıymetli bir nimet iken ona kendi ellerimizle son vermek ne kadar makul? Bize emaneten verilen böyle büyük bir sermayeye kendi ellerimizle kıymak, affedilir cinsten bir hareket değil.
“İnsan Ne İle Yaşar” diye sorar kendi kendine büyük romancı Tolstoy ve cevabı yine kendisi verir: Tanrı sevgisiyle, sadece tanrı sevgisiyle.”
Absürt, hayatın doğasında olmayan, ona insan tarafından yapay bir şekilde yamalanan, fıtrat dışı bir hastalık. Oysa hayatımız, dikkatli bir nazarla bakılınca, baştan ayağa muhteşem bir mana dizilimine sahip, onu görmek istemeyiş, cinnetin ya da cinayetin bizatihi kendisi.
Edebiyat ile intihar arasında görünmez bir anlam ilişkisi mevcut. Zira edebiyat daha doğrusu sanat, bütün türevleriyle birlikte bir mana bulanıklığını taşıyor kendi bünyesinde. Şiir ve roman, hayata ayna tutmaz; aksine, hayatı olduğundan daha farklı, daha melankolik bir zeminde anlamlandırma çabası içindedir. Aslında, edebiyatta anlam diye bir kaygıda yok. Amacımız “anlamsızlığın anlamına doğru gidiştir” der Cansever. Anlamsızlık, bütün sanatkarların biricik ilham kaynağı gibi.
“Neden kahramanlık çağlarında böyle bir şikayet tarihin kulaklarını tırmalamamış? Sokrates, ölümü bir sevgiliyi karşılar gibi güler yüzle beklerken, hayatın ve insanlığın suratına absürt diye tükürmedi. Dünyayı absürt bulan tek havari yok. Hayat absürt olmadığı için, İsa’nın müritleri kendilerini arslanlara parçalattılar… Savaşlar absürt, işkence absürt. Ama bu kanlı komedyanın rejisörü bizleriz. Iskaladığımız kendi eserimiz.”
Kısacası hayat anlamsızsa eğer, gerdeğe gider gibi, ateşin üzerine sevinçle yürüyen azizler tek kelimeyle birer deli. Kendi ideali uğruna hayatı hiçe sayan sayısız idealist hakeza birer mecnun.
Sanat, hayatı anlamak noktasında sadece bir “berzah” görevi gördüğünden tam, net ve şeffaf bir şekilde hakikate ayna olamaz. Çünkü bütün berzahlar, ardındaki gerçeği bir parça saklarlar bizden.
Sanat perspektifiyle hayata yaklaşmanın sonu; Hayyam, Ebul Ala, Beşir Fuat tarzı şifası olmayan bir melankoli içinde yüzüp gitmek. Amaçsız, araçsız, fasılasız ve pusulasız bir şekilde hayat çölünde yol almaya kalkışmanın sonucu ya cinnettir ya da intihar.
Felsefe ve din, sanata kıyasla daha muhkem kalelerdir. Çünkü o kalenin hisarları akıl tarafından tesis edilmiştir. Duygu, akıl ve mantığın emri altında işler; onun rehberliğinde yol almaya çalışır. Duygu kontrolünü kaybedince meçhullere doğru sürükler insanı. Nereye, niye ne zaman gittiğini bilmeyen şaşkın misali kah sağa kah sola doğru yalpalar insanoğlu.
Sanat, “Kevir” yazarının da bir yerde işaretlediği gibi ilahi mesajın dejenere edilmesidir. Bir bakıma, o duru sese karşı kulakları kapamaktır, duymak istemeyiştir, tıpkı felsefe gibi. İntihar eden bu insanlara ilahi mesaj bütün açıklığıyla ulaşsaydı, yine de intihara kalkışırlar mıydı acaba?
Onlara ulaşan mesaj, sahte bir mesajdı; uydurulmuş bir mesajdı; “afyon” vazifesi gören bir mesajdı; başkaldırmakta sonuna kadar haklıydılar. Fakat başkaldıranlar, saçma şeylerin yerine daha modern saçmalar ikame ettiler. En büyük yanlışı ve dahi haksızlığı burada yaptılar işte. Eski doğma terk edildi onun yerine daha dayanaksız, daha saçma, daha profan onlarca doğma inşa edildi.
Sanatkar ruhu, her iki sahte doğmaya karşıda isyan etti. Haklıydı, zira bu kabil doğmalara inanmaktansa inançsız kalmak daha haysiyetli bir davranıştı ve onlar daha haysiyetli olanı tercih ettiler.
Buraya kadar tamam da İlahi mesajı bütün çıplaklığıyla duymuş, o mana kucağında hayata gözlerini açmış olan Halil Cibran, Sadık Hidayet, Beşir Fuat ve Fikret gibilerine ne demeli? Hangi gerekçe bunların durumunu mazur gösterebilir?
“Hidayet gibi büyük bir nimetten sonra, kendi isteğiyle, sapıklığı tercih etmek ne kötü şey!”
İlahi kitap, bu acı siteminde sonuna kadar haklı.
Not: Bu yazı 2011 tarihinde kaleme alınmış ve Dergah Dergisinde yayınlanmıştır.