Efendimiz’in (s.a.v) bir bahar mevsiminde dünyaya teşrifinin anlamı
Kim kimin için söylemiş bilmem ama ben, şu mısraları söyleyicisinin affına sığınarak ufak bir değişiklikle Efendiler Efendisi için söylüyorum:
“Yüzünden nurlar saçılır/ Ülkenden zemzem içilir,
Türlü çiçekler açılır,/ Baharistana benzersin.”
Efendimiz bir bahar mevsiminde dünyaya teşrif buyurdu. (20 Nisan 571) Bahar kadar ömrü kısa oldu ama, onun adı, tadı, sevdası sevenlerinin gönlünde hep bahar kadar tatlı, güzel ve taze kaldı. Bu tatlılık, bu güzellik ve bu tazelik ebediyyete kadar devam edecektir.
Bahar mevsiminde nasıl bin bir renkte güzel kokulu çiçekler açılır; öyle de bir bahar ve baharistan olan Efendimiz’de de güzel ahlakın bin bir tonu, bin bir rengi açmış, etrafa güzel kokular saçmıştır. Onun emsalsiz adaleti bir çiçek, ihlası bir çiçek, isarı bir çiçek, fedakârlığı bir çiçek, vefakârlığı bir çiçek, cömertliği bir çiçek.
Sabırlı ve tahammülkâr oluşu, şefkatli, merhametli, muhabbetli ve hürmetli oluşu, takvası, güven ve tevekkülü, metaneti, sadakat ve teslimiyeti, affedici oluşu… Bu saydıklarım, O’nda açılmış bin bir güzel kokulu çiçeklerden sadece bir demettir.
Efendimize bakan, Onu seven, Onun çiçeklerini koklayan, bunları yakasına, aklına ve kalbine takan herkes bahardan payını alacak ve inşallah bir bahar ülkesi olan cennette ebediyen Efendimizle beraber olacaktır.
Su kasidesinin sahibi Fuzûlî de Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) emsalsiz bir gül olduğuna vurgu yaparak şöyle der:
“Suya versin bağban gülzârı zahmet çekmesun
Açılmaz yüzün tek bir gül verse bin gülzare su.”
Yani bahçıvanlar zahmet çekmesinler gül bahçelerini suya versinler. Çünkü bin bahçeye dahi su verseler, Senin yüzün gibi bir gül açılmaz onların bahçelerinde Ya Resulellah!.
Neden Onun gibi bir gül açılmaz? Çünkü Onun bahçivanı Allah’dır. Bahçivanı Allah olan bir gülistanın gülleri solar mı? Onun için Yunus:
“Okunur dilde destanın, Açılır bağ u bostanın
Senin baktığın gülistanın gülleri solmaz Allah’ım!” demektedir.
Yüce Allah’ın insanlık alemine sunduğu en büyük hediye, en büyük takı, en büyük nimet, en büyük gül Hz.Muhammed’dir.(s.a.v) Seven, sevdiğine gül verir ya, işte öyle, Allah da bizi sevdiği için O’nu (s.a.v) bize solmaz bir gül olarak takdim eylemiştir. Bizi seven, bu Solmaz Gül’ü vermekle bizi sevdiğini gösteren Ezelî ve Ebedî Sevgilimiz’e sonsuz hamd ve senalar olsun.
NİÇİN O (S.A.V) BU KADAR BÜYÜK VE NİÇİN ASIRLAR ONU ESKİTEMİYOR?
Niçin O (s.a.v) bu kadar büyük ve niçin asırlar onu eskitemiyor? Ve neden O her zaman gönüllerde taptaze? Acaba Doğulu-Batılı, Kuzeyli-Güneyli birçok araştırmacının, düşünürün Efendimize vurulmasının, sevdalanıp O’na bağlanmasının sebebi neydi?
Niçin taşlar ona selam veriyordu? Niçin çağırdığı ağaç yanına gelip: “Şehadet ederim ki sen Allah’ın kulu ve peygamberisin.” diyordu? Niçin avucuna aldığı toprak düşmana serpilince bomba ve gülle oluyordu? Niçin avucuna aldığı taşlar zikr u tesbihe başlıyordu? Niçin elinin değdiği hastalar derman buluyordu? Niçin parmağının işaretiyle ay ikiye bölünüyor, niçin eline aldığı sütsüz keçinin memesi sütleniyor, niçin nefes ettiği yemekler tükenmiyor, niçin parmakları çeşme oluyor, susuz kalan orduya kana kana su veriyordu?
Niçin Habeşistan kralı Necaşî: “Bu saltanata bedel keşke Hz. Muhammed’in hizmetkârı olsaydım” diyordu. Ve niçin Hz. Muhammed (s.a.v.) milyonların sevgilisi olarak gönüllerde hâlâ taptaze, dipdiri oturuyor?
Çünkü O, âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın habibi idi. O, tabir caizse Allah ahlâkının yere aksetmiş mücessem şekli idi. O, Allah’ın cisimleşmiş rızası idi. Bütün eşyanın hatta bütün peygamberlerin var oluş sebebi O idi. O, Allah’ın en büyük kulu, en büyük peygamberi idi. “Cismi itibariyle en sondu ama ruhu itibariyle en önceydi.”
Allah kendisine layık ibadetin en büyüğünü O’nda gördü. Esmasının tecellilerini en iyi O’nda seyretti. En tatlı niyazı O’ndan işitti. En derin tefekkürü, en derin haşyeti, en kudsî muhabbeti, en geniş rahmeti, en büyük marifeti O’nda buldu. O’nun için alemlere rahmet olarak O’nu seçti. Demek O’nu böylesine ihtişamlı ve şanlı kılan O’nun ihtişamlı zikri, kâinat çapında şükrü, derin mârifeti, coşkun aşkı, her an artan muhabbeti idi. Fevkalâde takvası ve ubudiyyeti idi. Bu vadide O’nu geçen olmadı.O’nun için büyüklükte de O’nu kimse geçemedi. Ne insan, ne peygamber, ne de mukarreb bir melek...
Üstad Bediüzzaman’ın tesbiti ne kadar muhteşem:
Bir matemhane olan kâinat O’nun nuruyla bir zâkirhaneye döndü. Birbirine ecnebi ve düşman varlıklar dost ve kardeş şekline girdi. Cansız, ölü ve suskun görünen mevcudat birer munis memur, birer muti hizmetkâr vaziyetini aldı.Ağlayıcı ve şekvâ edici kimsesiz yetimler birer zikreden zakir veya vazife paydosundan ötürü birer şükreden şakir suretine girdi.
O şanlı Peygamber Ensar ve Muhaciri kardeş yaptı. Yıllardır süren Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki savaşlara son verdi. Kan davalarını bitirdi. Bir birini yiyen insanlar, birbirini yaşatmanın gayreti içine girdi. İnsanlığın yüzü güldü. Gönlü şad oldu.
Allah, Habib’ine sesleniyor ve O’nu tarif buyuruyor: “Ey Peygamber! Biz seni, bir şahit bir müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik. Allah’dan kendilerine büyük bir lütuf olduğunu mü’minlere müjdele.”