Eğer bir şey olursa

Ahmet ALTAN

Mario Puzo, büyük bir yazar olmak istiyordu, Tolstoy gibi klasik bir yazar.

O tür derinlikli romanlar yazmaya uğraşırken bir de para kazanmak için Baba diye bir mafya romanı “karalamış”, bunu da tam düzeltmeden bir editör arkadaşına “şuna bir baksana” diye verip Roma’ya tatile gitmişti.

Editör arkadaşı kitabı okur okumaz çok sevmiş, Puzo henüz tatildeyken kitabı ona haber vermeden basmıştı.

Puzo önce “ne yaptın” diye çok öfkelenmişti.

Ama kitap, edebiyat tarihinin en çok okunan kitaplarından biri oldu.

Bugün Puzo’nun neredeyse diğer bütün kitapları unutuldu ama Baba, Coppola’nın çektiği harika filmin de yardımıyla bir “klasiğe” dönüştü.

O kitabı ve kitabın filmini bu kadar unutulmaz kılan sanırım bir mafya macerası anlatırken, hayatta karşılaşabileceğimiz birçok olayda tekrarlanabilecek sahneler ve sözler içermesiydi.

Hatta hayatı sadece “Baba” romanından yaptığı alıntılarla açıklayan “roman ve film kahramanları” da yaratıldı daha sonra.

Kitabı bana, daha Türkçeye çevrilmeden önce, Yaşar Kemal’in o zamanki eşi Tilda vermişti.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeydim o sıralarda.

Ankara’ya gitmek için bindiğim gece treninde kitabı başımı kaldırmadan okumuştum.

İnanılmaz derecede sürükleyiciydi ve gerçekten unutulmaz diyaloglarla ve sahnelerle doluydu.

O sahnelerden çoğunu hâlâ hatırlarım.

Hele bir tanesi var ki bugün hissettiklerime, duyduğum endişelere çok uygun.

“Baba” Corleone, rakip aileler tarafından vurulur, rakip ailelere yardım eden bir de “satılmış” polis vardır.

Baba Corleone çok ağır yaralanır.

Aile “intikam” için harekete geçer.

Baba’nın bu işlere hiç bulaşmayan kolejli oğlu Michael, “ben babamı vurduranı ve polisi vururum” der, başka birinin de bunu yapması mümkün değildir zaten.

Michael, polisi ve babasını vurduran gangsteri öldürür.

Sicilya’ya kaçar.

Baba, hâlâ yaralı yatarken, karşı taraf da bu sefer onun büyük oğlu Sony’yi tuzağa düşürüp makinelilerle tarar.

Baba, yaralı olarak yattığı yatakta durumu öğrenir.

Bütün mafya aileleriyle bir “toplantı” yapılmasını ister.

O toplantıya katılır.

Ve hatırladığım kadarıyla şöyle der:

“Benim bir oğlum vuruldu, sizin de çocuklarınız öldü. Ben oğlumun ölümünün intikamını almayacağım, oğlumu kimin vurdurduğunu araştırmayacağım, herkesle barış yapacağım ama bir şartım var. Sicilya’daki küçük oğlum Amerika’ya dönecek. Eğer o Amerika’ya dönerken başına bir şey gelirse, gemi batarsa, üstüne yıldırım düşerse bunu buradaki insanlardan bilirim.”

Bu konuşmanın özellikle son bölümü hep aklımda şu sıralarda.

Türkiye, bir yandan darbecilerini yargılıyor, bir yandan Kürt meselesini çözebilmek için adımlar atıyor.

Belli ki bir şeyler değişti ve değişiyor.

Türkiye yeni bir döneme giriyor.

Şartlar herkesi, her anlamda tatmin etmese de “barış ihtimali” gözüktü.

Dağlardaki ve kışlalardaki çocuklarımızın hayatı kurtulacak.

Birbirlerini öldürmeyecekler, ölmeyecekler.

Hiçbir çocuğun savaşta ölmeyeceği bir Türkiye, bizim için mutluluğun başlangıcı.

Biz daha önce de bir iki sefer böyle bir ihtimale yaklaşmıştık ve o ihtimalleri ortadan kaldıran “korkunç” olaylar gerçekleşmişti.

O yüzden, tam da bu umutlu noktada baba Corleone’nin konuşması tekrarlanıyor zihnimde:

“Eğer bu ülkede Ergenekon çetesinin ortaya çıkması için çabalayan bir gazeteci ya da bir yazar zehirli bir hastalığa tutulursa, trafik kazası geçirirse, arabası havaya uçurulursa, vurulursa ya da Dağlıca ve Aktütün benzeri bir baskın gerçekleşirse, 33 asker olayında olduğu gibi genç askerler topluca katledilirse, Güçlükonak’ta olduğu gibi bir minibüsteki insanlar makinelilerle taranıp yakılırsa, bunu Ergenekon’un devlet kurumlarının içindeki uzantılarından bilirim.”

Benim bilmem bir mana ifade etmez elbette.
Bunu herkes böyle bilsin ve söylediklerim bir “manaya” kavuşsun diye yazıyorum zaten bunları.

Biz artık bütün faili meçhul cinayetlerin devlet görevlileri tarafından işlendiğini, Dağlıca ve Aktütün baskınlarının soru işaretleriyle dolu olduğunu, 33 askerin, o askerleri korumasız bir otobüsle yola çıkaranlar tarafından bile bile ölüme gönderildiğini, Güçlükonak’ta bir minibüste cayır cayır yanan insanların kimliklerinin sapasağlam bir halde bir çavuşun cebinden çıktığını biliyoruz.

Ne zaman barışa yaklaşsak, ne zaman bir özgürlük ve demokrasi umudu doğsa, devletin içinden uzanan bir el insanları öldürüp o umudu boğuyor.

Bunları o kadar çok yaşadık ki artık faillerin kimler olduğunu anladık.

Ardı ardına ortaya konan dosyalar bize gerçekleri gösterdi.

Susurluk devletin içinden çıktı.

Ergenekon devletin içinden çıktı.

Bizim haberlerimizde de göreceğiniz gibi bütün bu “vatansever” çetelerin ve darbecilerin ardında olağanüstü büyük paralar, servetler var.

Sahibi belirsiz milyonlarca dolar dolaşıyor bu çetecilerle darbecilerin elinde.
Bu paraları kaybetmek istemiyorlar.
Onun için barışı engelleyebilmek için ellerinden ne gelirse yapıyorlar.
Barışa çok yaklaştık, dikkatli olun ve bence şu cümleyi tekrarlayın:

“Eğer bir şey olursa bunu devletin içindeki birilerinden bilirim.”

Taraf

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.