Eğitim için “Bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme meydana getirme sürecidir” denilmektedir.
Bu tanımı gözönünde bulundurduğumuzda
· Eğitimin bir süreç olması,
· Eğitim sürecinde, bireyin davranışlarının istenilen yönde değiştirilmesinin amaçlanması,
· Davranışlarındaki değişimin kasıtlı olarak gerçekleştirilmesi,
· Eğitim sürecinde bireyin kendi yaşantılarının esas olması söz konusudur.
Ahlak ise, “Belli bir dönemde belli insan topluluklarınca benimsenmiş olan, bireylerin birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen davranış kurallarının, yasalarının, ilkelerinin toplamı. Çeşitli toplumlarda ve çağlarda kapsamı ve içeriği değişen ahlaksal değerler alanı” diye tanımlanır.
Yukarıdaki tanımlara benzer gerek eğitim gerekse de ahlak için çeşitli kaynaklarda farklı farklı tanımları, gelişim evreleri ele alınmıştır. Yalan söylememe, dürüst davranma, aldığının karşılığını verme gibi bir çok konuda her toplumda ortak yönler olduğu gibi, toplumdan topluma, inançtan inanca değişen yönleri de yok değildir. Farklı boyutlarını ele aldığımızda gerek eğitim gerekse de ahlak aslında kişiyi ve toplumu farklı kılan, birer kimlik olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepten olacak ki her toplumun kendine has eğitim ve ahlak metodu vardır. Biz de bu anlamdaki eğitim ve ahlakı ele alacağız. Biz bunu birkaç madde halinde sırladıktan sonra bunları zayıflatan, ortadan kaldırmaya çalışan sebepler ve en son da bu durumun olumlu ve olumsuz taraflarıyla çözüm yolları üzerinde duracağız.
A- Bize has olan, bizi biz yapan ya da aslında aile içinde anne, baba, çocuklar, nene, dede, amca, hala, dayı, teyze arasındaki münasebet ve bunlara karşı sorumluluklarımız, yapmamız veya yapmamamız gerekenler… Akrabalara karşı ahlak ve eğitim.
B-Akraba harici insanlara karşı ahlak ve eğitim. Komşular, mesai arkadaşlarımız vs.
C-Bizim bizimle olan münasebetimiz. Bize karşı sorumluluklarımız yoluyla bize karşı olan ahlak ve eğitimimiz.
D-Geleceğimize yönelik bize, vatanımıza, milletimize, dinimize ve bize has olan maddi manevi yapımıza ve tüm insanlığa; çevremize, sair canlılara karşı sorumluluklarımız yoluyla eğitim ve ahlak.
E-Eğitimin ve ahlakın yaşatılması ve kökleşmesi için örgün eğitim haricinde gerek resmi kurumlar gerekse de sivil toplum kuruluşlara düşen görev ve yükümlülükler.
Şimdi bu beş maddeyi ele alıp değerlendirelim.
A-Aile eğitimi gerek İslamiyet’ten evvel gelenek göreneklerimizde, gerekse de İslamiyet’te çok büyük bir öneme sahiptir. Bu önemlilik sadece gelenek göreneklere ya da inancımıza bağlı olarak değil aynı anda bizim toplumumuz için bir yaşam tarzıdır, bir zorunluluktur. Ve aslında bu durum insanoğlunun fıtratının bir gereğidir. Biz İslami topluluklar bu fıtri ahvali daha çok hissetmekte, sahiplenme ihtiyacını duymaktayız. Akraba alakadarlığı bizim temel prensibimiz olmuştur. Nasıl ki anneden ya da babadan ayrı kalan çocukların alemlerinde bir hüzün hakim oluyorsa bu durum nisbi de olsa nene, dede, amca, hala, teyze, dayı için de zaman zaman geçerli oluyor. Bu gerçeği Kur’an-ı Kerim İsra Suresi 23-25. Ayetlerde çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.
“Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder (baba) ve validelerin (annelerin) evlatlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlatlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş her bir veled (evlat); o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalplerini hoşnut etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.”1
Günümüz şartlarında çekirdek aile yapısının gerek mecburiyetten gerekse de bilinçli olarak yaygınlaştırılma yolunda yaygınlık kazanması ne yazık ki bu hakikati ortadan kaldırmaya yönelik büyük bir adımdır.
Zaman zaman çekirdek ailenin günümüz şartlarında olumlu tarafları yok değildir. Bunun sebepleri arasında en belirgin olanı şudur: Nene ve dedelerin torunlarına kendi tecrübelerine dayalı yaklaşımları, torunlarını kendi kızları ve oğulları gibi görüp torunlarının anne- babalarını gayr-ı ihtiyari diskalifiye etmeye yönelik yaklaşımları ve bu yaklaşımlarının torunlar üzerindeki olumsuz tesirleri ve dolayısıyla da çocukların anne-babalarının rahatsızlık duymalarıdır. Eğer bu konuda nene-dedelere yönelik bir eğitim verilebilse ve yaklaşımları anne-babayı rahatsız etmemeye yönelik yapılabilse bu durum hem onlar için, hem evlatları için ve hem de torunları için netice itibariyle de toplum için büyük bir kazanım olur.
Torunlar sağlığa iyi gelir
Örneğin, Almanya'da yapılan bir araştırmaya göre, torunlarına önem veren dedelerin daha uzun yaşadığı tespit edilmiş. Gelecek 20 yıl içerisinde ölme riski yüzde 37 oranında azalmıştır.
Araştırma, 70 ila 100 yaş arasında 500'den fazla kişinin Berlin'de yirmi yıl boyunca (1990 ve 2009 arasında) katıldığı uzunlamasına bir çalışmadan elde edilen verilere dayanarak yapıldı.
Görüşme ve tıbbi kontroller yoluyla yaşlıları takip ederken, sosyoekonomik koşulları dikkate alarak, torunlarıyla ilgilenen büyükanne ve büyükbabaların çoğunun, ilk görüşmeden sonra yıllar sonra hala hayatta olduğunu gözlemlendi. Onlarla düzenli temas kurmayanlar, çok daha yüksek ölüm oranı verdi. 2
Sair yakın akrabalarla olan münasebetlerimiz akıl, mantık ve manevi yapımıza aykırı olmaması koşuluyla münasebetimizin olması her zaman olmamasından daha olumlu ve hayırlı olduğu aşikardır. Bu münasebetlerimizin ılımlı ve müsbet bir şekilde devam etmesi birbirimize karşı iyi niyetli olmamıza, birbirlerimizin iyiliğini isteyemeye, dar zamanlarda birbirlerimizi sormaya, iyi niyetli olmamıza bağlıdır. Şayet aramızda husumet, anlaşmazlık meydana gelirse bu durumun geçiciliği üzerinde durup yoğunlaşmamız lazım. Konuyla alakalı şu mevzu taktire şayandır.
“Eğer desen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet (düşmanlık) var. Hem, damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”
Elcevap: Su-i hulk (kötü ahlak) ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, manevi bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımni(gizli) bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu mebhasını yazdık, ta bu manevi istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” 3
Demek ki akrabalarımızla, komşularımızla ya da herhangi birileriyle aramızda bir problem olduğunda bu süreçte bizim kusurumuzu bilmemiz, ona yoğunlaşmamız, bunun için tevbe ve istiğfarda bulunmamız ve en önemlisi bizim o kişinin arkasında konuşmamamız yani gıybetini etmememiz aramızdaki problemin çözülmesine ve husumetin bitmesine vesile olacaktır. Bunun için de bizim biraz zamana ihtiyacımız olacaktır.
B- Akraba dışı insanlarla ilişkimizin yine insani ve İslami olması elzemdir. Örneğin komşularımızı rahatsız edici davranışlardan kaçınmamız lazım. Onları rahatsız edici bir şekilde yüksek sesle konuşmamak, onların dar zamanlarında yanlarında olmak, bir konu hakkında fikirlerimizi sorduklarında en isabetli olan yolu göstermek…
Mesai arkadaşlarımızla iyi geçinmek, işlerimizi, yükümlülüklerimizi onlara yükletmemek, vazifemizi layıkıyla yerine getirerek onlara yeri geldiğinde rol model olmak. (Ama bu rol modeli kasıtlı olarak değil de dürüst davranmamız yoluyla fıtri olarak oluşması lazım.)
C-İnsanın kendisine karşı en birinci vazifesi kendisini geliştirmek, okumak, araştırmak, meramını dile getirebilecek seviyeye gelmek, muhtaç olunmayacak seviyeye gelmek, ayakları üzerinde durabilmek, sağlığına önem vermek, kaliteli zaman geçirmek, sağlıklı bir beden ve zihne-psikolojiye sahip olmak şeklinde sıralanabilir. “İki şey vardır ki insanın elinden çıktıktan sonra kıymeti bilinir; biri zaman, diğeri sağlıktır” Hadis-ı Şerifi bu konuda en güzel bir yoldur. Yine dinimizce bir inananın kendisine zarar vermesi, intihar etmesi haram kılınmıştır. Yani insanın kendisine değer vermesi Yüce Allah’ın bir emridir. İnsanın kendisini anlaması, mahiyetini bilmesi, kendisiyle barışık olması ilmi, mantıki ve manevi bir zorunluluktur. Manidar bir hakikattir ki Peygamberimiz, “Kendini bilen Rabbini bilir” diye buyurarak kendimizi fethetmeyi en büyük bir mertebe saymıştır. Zira kendini bilmeyen ihtiyacını da, gayesini de, yaratılış gayesini de, başkalarını da, empati kurmayı da ve bu Hadis’ten de anlaşıldığı gibi Yüce Yaratıcımızı da tam manasıyla bilmez ve bilemez. “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” diye buyrularak insanlara hizmet etmek, insanlığın faydası için çırpınmak, gayret etmek asıl maksatlarımız olduğu bir gerçektir. Ama bunları yapabilmek için ise kendimizi tanımamıza, arzu ve isteklerimizi bilmemize, kendimizi gerçekleştirmemize bağlıdır. Zira kendisine faydası olmayanın başkasına faydalı olması çok zayıf bir ihtimaldir.
Belli bir plan program çerçevesinde çalışmak, çalışırken çalışmadan zevk alarak adeta çalışırken dinlenmek, kendimize, aile efradımıza, milletimize ve tüm insanlığa faydalı bir kişiliği yakalamak, çoluk çocuklarımızla, dostlarımızla kaliteli vakit geçirmek çok leziz manalardır. İşimizin aşığı olup onun için yapabileceğimiz işlere yönelmek ve o alanda meleke kesbedip mutluluğu yakalamak insanoğlunun gayesidir. “Gayretin neticesiz kaldığı görülmemiştir” sözü bize en büyük avantajın, en büyük silahın gayrette olduğu ve gayretin çelikten bir irade olduğu, önünde hiçbir şeyin duramadığı, bize düşen plan- program çerçevesinde gayretten vazgeçmememiz olduğunu öğreten bir muallim hükmündedir. Evet biz yeter ki gayret edip sabrederek olgunlaşmayı bekleyelim. Zira zamanı gelince semeresinden yeriz.
Bizim için en büyük düşmanlardan biri ve gayreti ortadan kaldıran bizi yetersizmişiz gibi bir algı içine iten sebeplerden biri de yeistir (ümitsizlik). Yeis bir hastalıktır. Bu hastalığın en iyi ilacı ise gayret, sabır ve tevekküldür. Acelecilikten uzak durmaktır. Zira bir ağaca ne kadar bakım yaparsan yap, sırasıyla ilkbahar ve yaz gelmeden meyvelerini alamazsın. Ayrıca “… bizim düşmanımız cehalet, zaruret (fakirlik), ihtilaftır (ayrılık). Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet (ilim), ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” 4 Evet kişiliğimizi sekteye uğratan cahillikten, fakirlikten ve ayrımcılıktan uzak duracağız.
Ayrıca hayatta daima mutlu olmanın yollarını bulmaya çalışmamız lazım. Zira hayatımız zannettiğimiz gibi sadece dünya hayatından da ibaret olmadığını bilip ölümle güya yokluk korkusuyla da korkmamıza gerek kalmasın. “İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle (farzlarla) ziynetlendiriniz (süslendiriniz) ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” 5
Hayatımızda bu düsturlar oldu mu hayat tam bir cennet bahçesine dönüşür. Yoksa Allah korusun gayr-ı meşru yollarda geçirilen bir hayatın sahibinin durağı ya hapishane ya hastahane ya da mezaristandır.
Hem kendimize meşru yol çizmek ve hem de gayret ve dürüstlüğümüzle rol model olmak ise insanlığın bir gayesi ve hayatın yüce bir neticesidir.
1- Said Nursi, (Mektubat)
2- /28https://tr.icchfasthealth.com/los-abuelos-que-cuidan-de-sus-nietos-viven-m-s3
3- Said Nursi (22. Mektup 298)
4- Said Nursi (Tarihçe-i Hayat 62)
5- Said Nursi Sözler(13. Söz’ün 2. Mkamı 160)