Türk bürokrasinin kanaatimce en dikkat çeken tarafı, ‘Egoyu, Nefsi’ okşaması ve kişiye Gurur ve Kibir pompalamasıdır. Bu özellik sanki genlerimizde vardır. Buna ecdattan bize tevarüs etmiş bir haslettir, bir hastalıktır dersek herhalde yanılmayız. Bakınız aşağıda bahsedeceğimiz olay, bu hastalığın olağanüstü şartlarda bile nasıl nüksedebileceğini göstermektedir.
Dr. Rıza Nur’un hatıralarında naklettiği aşağıdaki olay, bürokratik kibirin boyutlarını göstermesi açısından hayli düşündürücüdür: (Ankara Hükümeti’nce Rusya ile görüşmeler ve anlaşmalar yapmak üzere Millet Meclisi tarafından bir heyet oluşturuluyor ve bu heyette Rıza Nur ile beraber Yusuf Kemal, Ali Fuat yer almaktadır.)
“Ali Fuat, Yusuf Kemal ve benim aramda alt-üst rekabeti var. Beni en alta koymak istiyorlar. Ne ise Yusuf Kemal benim Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) olmam dolayısıyla üst olduğumu Ali Fuat’a kabul ettirdi. Evraka öyle yazıldı. Hem mühim işler yapıyoruz, hem de ne çocuğuz? İnsan adi mahluktur vesselam…
Muahede müzakeresi celsesine sefarete (Elçilik) mahsus otomobille gidiyoruz. Şeref yerine (resmi araçlarda sağ arka koltuk makam koltuğu olup orada en üst dereceli yetkili memur oturur), bazı sağa oturmak hususunda ikisi rekabet yapıyor ve birbirinden evvel gidip sağa oturmaya gayret ediyorlar. Ali Fuat ne kadar olsa babacan. Yusuf Kemal öyle değil, sağa oturmazsa suratını asıyor, üç gün gülmüyor. Nemrut suratı ona nispetle gül yüzü, bir şey de söylemiyor; çünkü izahı ayıp.
Ben onların karşısına oturuyorum. Bir gün bunlara bir azizlik yapmak aklıma geldi. Hem de zıddı ile. Bütün (elçilik) katiplerini topladım, dedim ki, : “Plas Donör” (place d’honneure) için (makam yeri) büyük rekabet vardır. Siz pencerelerden seyredin. Bakın ne yapacağım? Gülersiniz?
Yusuf Kemal ve Ali Fuat’tan evvel indim; sağa oturdum. Acele koşar halde Yusuf Kemal geldi. Beni sağda görünce durdu; yüzü de kızardı. Tabii penceredekiler gülmüşlerdi. Ben de içimden güldüm. Biraz durduktan sonra, hiddetle: “Çık soluma otur!. Kibrin kırılsın”, dedim. O sırada Ali Fuat da hiddetle geldi . Ne yapacak? Önüme oturdu. Sonra ben güldüm, Ali Fuat da güldü ve bana Ali Fuat: “Komiteci seni!” dedi. Yusuf Kemal yine gülmedi, yine somurtuyor, suratı sekiz karış…Kime ne?. Kendisine ediyor, bana bir şey söylemiyor ya, soluma oturdu ya… sen ona bak.” (Dr. RızaNur’un Moskova-Sakarya Hatıraları)
Görüldüğü gibi, devletin en ali işleri bile yürütülürken, maalesef ‘büyük koltuklarda(!)’ oturan insanlar bazen bu kadar küçülebiliyorlar. Küçük çocuklar gibi mevki, makam kavgasına tutuşabiliyorlar. Bu hırs en hayati konularda bile ortaya çıkabiliyor, hatta onları gülünç duruma sokabiliyor. İşte yukarıdaki olay da Moskova’ya müzakere yapmak için gönderilen anlı-şanlı apoletli kimseler arasında otomobilin sağ arka koltuğunda sen mi oturacaksın, ben mi, kavgasının yapıldığını anlatıyor. Düşünün memleketin en önemli bir işini görmek ve bir devletle anlaşma yapmak, ülkenin menfaatlerini savunmakla görevlendirilmiş kişiler, hatta bir tarafta da savaşın sürdüğü bir durumda bile ‘benlik ve kibir’ kavgasına girebiliyorlar.
Evet hakikaten Kibir; bir hastalıktır; zira, ‘amir ‘ pozisyonunda oturan ve üsten buyurgan emirler veren, o imtiyazlı ‘bürokratik’ koltukları işgal eden hemen hemen herkese—(istisnalar hariç) bu hastalık az-çok bulaşıyor. Çünkü kişinin egosunun en çok hoşuna giden manevi gıdadır bu. Ve nefsin ‘zevk ve haz’ aldığı manevi bir okşanma halidir. Hatta eskiler; birisini yakalamak ve avlamak isterseniz, onun kibir ve gurur damarını okşayınız, demişler.
Bakınız bugünün bürokratlarında bu hastalık hala hakim. Kimilerinde aşikar, kimilerinde gizli bir şekilde bu kibir mevcut. Bulundukları makamların rüzgarıyla nasıl şiştiklerini görmek mümkün. Mesela; geçenlerde bir iftar programına davet edilen bazı müdürlerin devletin araçları ve de kendilerine tahsis edilen şoförleri ile nasıl bir hava içinde araçtan indiklerini gördüğümde şaşırıp kalmıştım. Bilmem kaç silindirli, oluk gibi benzin harcayan ve sivil plakalı otomobiller altlarında iken, bu adamları iyice süzerseniz, bu kişilerde, bu küçük dağları ben yarattım havasını fark edersiniz.
Bu oruç ayında bile kibir kanatlarını indiremiyorlar. Oysa oruçun bir anlamı da nefsin Rububiyetinin kırılmasıdır. Kendini Rablik havasında gören nefsin, açlık ile kulluğunu takınması olayıdır oruç. Fakat ne gezer. Muhafazakar bir geçmişten gelenlerde, alnı beş vakit secdeye gidenlerde bile bunu sezinliyorsunuz.
Mesela; hala anlayamadığım bir şey var; neden bir kurumun başına amir olarak atananlara devlet taşıt tahsis ediyor? Acaba her gün basında haberlerini okuduğumuz Avrupalı üst düzey idarecilerin ve yöneticilerin bisikletle işe gelip gitmelerini, bizimkiler niçin örnek ve ibret almıyorlar? Şeflik döneminden kalma bu zihniyetin saltanatına ne zaman son verilecek?
Emin olun sadece Büyükşehirlerde amirlerin, müdürlerin kullandıkları resmi (ki artık kiralama yoluyla yahut dernek vasıtasıyla araç tahsis edildiği için plakalar sivil görünümlüdür) araç sayısı Avrupa’nın bir çok devletindeki araç sayısından bile fazladır. Bunun vatandaşa getirdiği külfeti düşünün.
Eğer hakikaten refahı tabana yaymak istiyorsak, evvela bu saltanattan, egoya hizmet eden bu israflardan kurtulmalıyız (yakın komşumuz Yunanistan’ın durumunu unutmayalım). Hatta bunu da bir tarafa koyalım, bu ihtişamlı yaşamla devlet-millet kaynaşmasından nasıl bahsedebiliriz. Hatırlayalım, iktidarın ilk taze günlerinde halkın içinden çıkanların, ilk dikkat çekici icraatları meclis lojmanlarının satışı değil miydi? Ne oldu? Bu kibir ve ihtişam virüsü nasıl da hızlı bulaşıyor değil mi? Her hususta cesurca adım atan başbakanımızdan bu konuya kökten bir neşter vurmasını dört gözle bekliyor sade vatandaşlar.
Son sözümüz; Yeni anayasa hazırlanırken bürokratlara, yöneticilere üstünlük vehmini veren, saltanatvari her türlü imtiyaz ve yetkiler mutlaka tırpanlanmalıdır. Devletin kesesinden saltanat sürmeye artık son verilmelidir. Aşiret yapısından geldiğimizdendir herhalde bir türlü ağalığı bırakamıyoruz. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, bürokratlar da artık ifa ettiği hizmet ve aldığı maaş dışında günlük yaşamlarında, sade bir vatandaş olduklarını, bunun dışında hiçbir üstünlüklerinin olmadığını bilmeleri gerekir. Hedef aldıkları Avrupa’daki meslektaşlarına bakmak yeterlidir. Emin olun nefis bunu kabullenmede çok zorlanacaktır. Fakat eninde sonunda kabul etmekten başka çaresi de yok. Bu saltanat hep böyle devam etmez.