"Tek bir solucan bile, sırf varlığıyla nasıl da sıfırlıyor tüm kibirli iddiaları..." Yiğit Bener, Öteki Kâbuslar'dan.
Nur talebeleri olarak 'Ehadiyet' hakkında konuşmayı severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen Allah'ın marifetine ulaşmanın Vahidiyet tefekkürüne kıyasla daha kolay/suhuletli olduğunu düşünüyoruz. Vahidî yol, küllü kuşatabilecek güçlü bir fikir gerektirirken; Ehadî yol, küllî olanı okumayı yeterli görecek bir mahiyete sahip. Mürşidim bu sadedde diyor ki: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor."
Fakat bu yazıda ben aslında bencileyin bir endişeye dikkat çekmek istiyorum. Nedir bu endişe? Belki şu: Ehadiyet'in Allah'ı tanıyıştaki bu pratikliğinin yanında onun gölgesi altında bir seyahatin kulluk adına niyazdan naza geçmeye meyyal bir yapısı var. Nasıl? Allah'ın her ihsanında 'sana özel' etiketini okuduğun bir düzlemde 'sana özel'in 'senin özelliğin' anlamına gelmeye başladığını düşünebilirsin. Üzerindeki has sanatı kendi seçilmişliğinin gereği ve dayanağı olarak okuyabilirsin. İblis gibi "Beni ateşten onu topraktan yarattın!" diyebilirsin.
Tüm makam/büyüklük iddiaları buradan besleniyor bence. Ehadî bir farkediş Vahidî bir bakışla dengelenmezse vartalara yuvarlanmak mümkün. Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Mahlukiyet cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Buradan kibrine bir kapı bulmamalısın. Çünkü Allah'ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü'l-âlemin'dir. Ve yaratılan 'alternatifsiz/zorunlu kalınan' değildir, Yaratan alternatifsizdir. Ki Vacibü'l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Olmazsa olmaz olan yalnız O'dur (c.c.). Tıpkı 17. Lem'a'da dendiği gibi: "Ey insan! Kur'ân'ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."
Fatiha'nın bu sırrı hatırlatarak başlamasının, tevhid vurgusu yanında, 'elitik bir kibir' üretmeme açısından da hikmeti var. Allah âlemler Rabbidir. Sen o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek kastedilen ve murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Bu noktada yalnızlığımızın elimizden alınışı dahi bize bir haddimizi bildiriş.
"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil. Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir."
İkincisi, yine o yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan bir teselli. Bu sefer 'Rabbi Allah olan herşeyle' bir kardeşlik hissi oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi... O halde çokluk içinde korkak yaşamamalı. Çünkü o çokluğun sahibi bir. Onlar da bizim durumumuzda ve biz bu durumda yalnız değiliz. Her yolun acemisi 'tek aceminin kendisi olmayışıyla' teselli bulur. Fatiha ile başlayan yolculukta "Endişelenme, daha neler neler bu yolda senle beraber..." demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkuyu da alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...
"O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti."
Bir de bundan ötede, Allah'ın Rabbü'l-âlemin oluşu içinde, kula bir diğer had bildiriş 'bilme' yönüyle. Kendi âleminde ve âleminde yansıyanlardan hareketle bildiğin Allah'ın, bildiğinden ibaret olmadığı/olamayacağı, onu gösteren âlemler sayısınca delilleri ve şahitleri olduğu, bu yönüyle 'bilme' noktasında da bir nihayete eriş kibri duymaman gerektiği dersi var. Şöyle özetleyeyim bu noktayı: "Hakikat asla elitlerin malı olmayacak..." Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım: Allah, Rabbü'l-âlemin; yani yalnızca 'senin' değil. Allah, Rabbü'l-âlemin; yani sen 'yalnız' değilsin. Allah, Rabbü'l-âlemin; yani yalnız senin 'bildiğin kadar' değil. Bu da benim Rabbü'l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken unutma ey seyyah-ı talib: Rabbü'l-âlemin benim tefekkür ettiğimden ibaret de değil.
Not: Geçtiğimiz hafta çok değerli bir insanı, amcam Zeki Ay'ı rahmet-i Rahman'a uğurladık. Bu yazıyı okuyanlar amcam için bir Fatiha okurlar ve akıbeti için hayır duada buyururlarsa müteşekkir olurum. Allah cümle ölmüşlerimize rahmetiyle muamele buyursun. Âmin.