Yaralarımız çok ve imtihanımız ağır. Bunlardan birisi ümmet arasında Asr-ı Saadet ve akabinde bazı kalıcı yara ve hasarların açılmasıdır. İç zaafiyeter ve dış parmaklar da fitnelerin kol gezmesinde ve sönmemesinde önemli roller oynamıştır. Hazreti Osman’ın, ardından Hazreti Ali’nin ve sonrasında Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da şahadeti ümmetin bunları yorumlamada ve tutumunu belirleme noktasında fırkalara ayrılması iç bünyeyi ve bütünlüğü çatlatan rahneler arasında yer almıştır. Bu yaralar hala da kapanmış değil.
Burada şunu söylemek durumundayız: Ümmet bir bütün olarak masum duygularla Ehl-i Beyti sever. Ona muhabbetle bağlıdır. Bu siyasi değil manevi bağlılıktır. Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, ‘illa’l meveddete fi’l kurba’ yani tebliğin karşılığında Kur’an diliyle Peygamberimizin Ehl-i Beytini sevmemizi istemesidir. İkinci nedeni ise mazlumiyetleridir. Allah, Ehl-i Beytin siyasi rolünü Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Mehdi ile sınırlandırmıştır. Buna mukabil Bediüzzaman ve Ebu’l Hasan en Nedevi’nin ifadesiyle, onlara manevi saltanatlar vermiştir. Kirleten saltanatlara mukabil onlara hiç kirlenmeyen manevi makamlar ve rütbeler vermiştir. Lakin bunu yeterli görmeyen Şiiler buna mukabil siyasi bir doktrin icat etmişler ve on iki imam anlayışını uydurmuşlardır.
Ehl-i Beyt istismarının iki kanadı vardır. Bunlardan birisi Şiilerin Nasibilik dedikleri siyasi Emevicilik anlayışıdır. Onlar siyasi rekabet nedeniyle Ehl-i Beyt’in gücünden ve muhiplerinin muhabbetinden ve bunun bir nevi asabiyete inkilap etmesinden korkmuşlar, buna karşılık da zaman Ehl-i Beyt imamları için karalama kampanyasına başvurmuşlardır. Ehl-i Beyt noktasında iki aşırılıktan birisi nefrettir. İkincisi de ölçüyü aşan muhabbet ve onun ötesinde istismardır. Bunun ötesinde ümmetin tamamı Ehl-i Beyti Hazreti Peygamber (asm) ve davası hatırına ve onun ötesinde mazlumiyetleri nedeniyle içten severler. Hazreti Hüseyin’in hurucu bir saltanat arayışı değil bir adalet arayışıdır. Siyasi sapmaya karşı adaleti ayakta tutma mücadelesidir. Ümmet, Ehl-i Beyti siyasi nedenlerden dolayı değil şecere-i tuba’nın dallarını temsil etmelerinden dolayı sever. Şiilerin Ehl-i Beyt’e atfettikleri siyasi misyon doğru olmaktan öte istismardır. Persler ilk İslam nesli tarafından çökertilen Sasani hanedanı yerine Ehl-i Beyt’in karaltısı ve siyasi misyonunu ikame etmek istemişlerdir. Onlara göre Araplar hem Sasanilere hem de Ehl-i Beyt’e zülüm ve namertlik etmiştir. Böylece şuur altından Müslümanlardan; içlerine tefrika salarak intikam almışlardır.
*
Ehl-i Beyt muhabbeti devam etmekle birlikte istismarı da devam ediyor. Lakin tek taraflı olarak. Şiilerin propaganda ettikleri gibi geride Emevicilik kalmamıştır. Bediüzzaman’ın deyimiyle onlar da ana caddeye ve ana akıma katılmış ve kapılmışlar. Tarih dalgaları içinde yok olup gitmişlerdir. Bu nedenle günümüzde Sünnileri Eh-i Beyt düşmanı olarak saymak, tasvir etmek en koyu istismar olduğu kadar aynı zamanda Ehl-i Beyte yapılan zulüm kadar ağır bir zulümdür. Şiilik ise daima ana akımın dışında, aykırı olarak kalmıştır. Buna mukabil, Şii istismarı bütün canlılığıyla devam etmektedir.
Sinem Baş isimli bir yazar ‘İslam Dünyasını Kuşatan Fitneler ve Tevhidin Merkezi Ehl-i Beyt’ namıyla bir yazı kaleme almış. Bu ve benzeri yazılarda birkaç yanlış öne çıkartılıyor. Yazar, önce Beni Sakife sapmasından bahsetmekte yani Hazreti Ebubekir ve hilafeti sorgulamaktadır. İkinci kademede, Nakşibendiliği bir İngiliz projesi olarak takdim etmektedir. Onlara göre Risale-i Nur da öyledir. Üçüncüsü, Ehl-i Sünnet Ehl-i Beyti unutmuş ve unutturmuştur! Bizim unuttuğumuzu şimdi onlar hatırlatıyorlar! Onların Sünnilerin unutturduğu dedikleri olsa olsa, Şiilerin iddia ettikleri Ehl-i Beyt üzerine yalan ve bühtanla inşa edilen siyasi proje olsa gerek.
Burada Şia’yı velayet Şia’yı saltanat ayrımını ve çekişmesini görüyoruz. Şia’yı saltanat tarafından olan grubun Nakşibendilik gibi Şia’yı velayet sayılabilecek bir kanada veya cereyana İngiliz projesi demesi iki kanat arasındaki mesafeyi gösterdiği gibi istismarın boyutlarını da göstermektedir. Son olarak aynı yazıda yine kimi Müslümanlar tarafından Mustafa Kemal’in dinsiz gösterildiği ifade edilmektedir. Neredeyse bazı Aleviler gibi müteşeyyi zümreler tarafından da Mustafa Kemal, El-i Beyt’in on üçüncü imamı gösterilecek! Yahudilere ait 13’ncü kabile iddiası gibi. Bu durum, Arthur Koestler’in 13 Kabile kitabını akla getirmektedir.
Şia’yı saltanatın istismarı dur durak veya sınır tanımıyor. Onlar Mustafa Kemal’e dost oldukları gibi şeytanı da Hazreti Ali’ye dost gösteriyorlar. Hazreti Adem’e ve zürriyetine düşman olan şeytanı Hazreti Ali’ye dost addediyorlar ve Şeytanın Hazreti Ali’ye muhabbet beslediğini söylüyorlar. Böylece farkına varmadan kendi ifadeleriyle, şeytanın muhabbetiyle aynı noktaya düşmüş oluyorlar! Belki de bunu Hazreti Ali’yi Hazreti peygambere eşit kılmak için söylüyorlar. Peygamberimiz ‘benim şeytanım Müslüman oldu yani menfi olmaktan müspet olmaya geçti’ manasında ifadeler kullanmışlardır. Rıdvan Derviş adlı Şii şeytanın mutlak olarak Hazreti Ali’ye sevdiğini söylemiştir. (http://www. islammemo.cc/ akhbar/arab/2014/09/ 18/208538.html) Bu Peygamberi bile aşan bir boyuttur. Burada şeytan, mutlak, bütün şeytanlar anlamındadır.
İstismar ehli tazim ve muhabbette ölçüyü kaçırıyor ve ileri gidiyor. Bunun tipik misallerinden birisi Ehl-i Beyt’e bazen Allah’ın özellikleri atfedilmesidir. Hemşerimiz Ali Rıza Akgün hoca Hicaz hatıraları naklederken Şiilerin telbiye mevkilerinde önlerindeki telkinci ile birlikte ‘Lebbeyk Hüseyin lebbeyk’ diye bağırdıklarını ve haykırdıklarını anlatmıştı.
Son sıralarda daldan dala atlayan bazı isimler var. Bunların işi herhalde yapma niyetine yıkmadır. İyilik yaptıklarını zannederken baltayı taşa vuruyorlar. Sibel Eraslan ve Halime Kökçe’nin özellikle bu meselelerde bazı yazdıkları tetkike ihtiyaç hissettirmektedir. Halime Kökçe‘nin ‘Ne Şii var ne Sünni; yalnızca lebbeyk, Allahumme lebbeyk!’ başlıklı yazısı, bu yazılara örnek yazılardan birisidir. Ne Şii var ne Sünni ifadesi kulağa hoş geliyor ve bunu sloganlaştıranlardan birisi çağdaş Şia’yı saltanatı uyandıran Humeyni olmuştur. Şii-Sünni kavgasını söndürme niyetiyle yola çıkan zat Şii-Sünni kavgasını neredeyse söndürülmeyecek bir boyuta taşımıştır.
Kimse ayranım ekşi demez. Ali Rıza Akgün Hocanın bu tanıklığından sonra gördüğüm bu yazı tuhafıma gitti. Halime Kökçe şöyle yazmış: ”Günümüzde haccın en değerli anlamı da bu sanki. Hac bir meşveret, tanış olma, birlik olma hali. İttihad-ı İslam imkanı... Farklılıklar sadece tanışmaya vesile. Ne kadınsın ne erkek, ne siyahsın ne beyaz; ne Arapsın ve Türk ne Acem; ne Şiisin ne Sünni. Bir ve aynı şeysin. Sadece tevhidin bir parçasısın. İslam coğrafyasını boşaltsan da Arafata taşısan, Kabe’nin etrafındaki halkaya katsan kim kimin boğazını kesebilir, kim kimi incitebilir? Kim kime üstünlük iddia edebilir? (Star gazetesi: 29 Eylül 2014 Pazartesi)
Yavuz döneminde ittihad-ı İslam yoktu da Humeyni döneminde mi zuhur etti? İmanımız zulümden ve şirkten beri olmalı ve imana zulüm ve şirk bulaştırmamalıyız. Lakin Ehl-i Beyt muhabbetinde müfrit gidenler her ikisini de birden irtikap ediyorlar. Zira şirk en büyük zulümdür. Allah’a ortak koşmaktır. Eh-i Beyt istismarcısı bayan yazar Sinem Baş makalesinde ‘Tevhidin merkezi Ehl-i Beyt’ diye bir başlık atmış. Halbuki, Ehl-i Beyti tevhidi zedelemek için araç olarak kullanıyorlar. Hıristiyanların Hazreti İsa’yı Teslis aracı olarak kullanmaları gibi. Tealallahu amma yefalun.
Los Angeles Times gazetesi İran’la ilgili bir haberinde, bu ülkede mevsimlerin kurak geçtiğini ve su kıtlığı çekildiğini ve yaşandığını yazıyor. Buna çare arandığını, bu meyanda manevi bir tedbir olarak yağmur duasını çıkıldığını yazıyor. Bu konuda halkı yağmur duasına çıkmaya teşvik eden Ayetullah Kazem Sedighi halktan yağmur yağması için Allah’a ve bir de Hazreti Hüseyin’e dua etmelerini ve yakarmalarını istiyor! (http://www.latimes.com/world/ middleeast/la-fg-iran-water-20140928-story.html) Allah imana şirk bulaştırmamamızı istiyor. Onun ötesinde hiçbir şeyi Allah kadar sevmememizi de istiyor. Burada bütün bunların hepsinin birden ihlal edildiğini görüyoruz. Cenab-ı Hak ölçüyü şöyle koymaktadır: ”İnsanlardan bir kısmı, Allah'tan başkasını O'na denk ve ortak kabul ederler de Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenler ise Allah’ı her şeyden daha çok severler (Bakara: 65)…”
Allah cümlemizi nezih itikattan ayırmasın. Meseleye agah olmayanlar da kalemlerini başka konulara hasretsinler. İstismarcılar çok bir de saflarla uğraşmayalım.