Hem mikro ölçekte hem de makro ölçekte büyümek için tasarruf etmek, tasarruf içinse israf etmemek gerekiyor. Gelin bu önemli konuya ışık tutup birlikte bakalım.
Büyümek için kaynağa ihtiyaç duyarız. Örneğin bir devlet gayrı safi milli hasılasını arttırmak için ya borç alacaktır, ya yatırımcıları ülkesine çekecektir veya tasarruf ederek kaynak meydana getirmeye çalışacaktır. Nasıl ki evimizi büyütmek için ne bileyim mesela üç odalı bir eve taşınmak istiyor isek ya borç almamız gerekecek ya da tasarruf ettiklerimizi toplayıp girişimde bulunmamız icap edecektir. Devletler ölçeğinde de durum aynısıdır. Devlet büyümek üretimi arttırmak altyapı yatırımları yapmak istiyor ise ya borçlanacak ya da tasarruf ettiği bir miktar parayı bu işte sarf edecektir.
Yabancı yatırımcı kar etmek için ülkeye gelir. Eğer karlı bir alan bulamaz ise kılını dahi kıpırdatmaz. Kimsenin karakaşı kara gözü için bir ülkeye yatırım yapmaz. Ve sonunda da kazandığını alıp götürür. Sana geriye bıraktığı sanayi atıkları ve çevre kirliliğidir. Evet, istihdamı arttırır, ticareti büyütüp vergi verir lakin götürdükleri ile mukayese edilirse çok da karlı ve heves edilecek bir durum değildir. Borç ise her ne kadar “yiğidin kamçısıdır” deseler de inanmamak gerekir. Zira eğer alacaklılar güçlü ise aynı Yunanistan’da olduğu gibi enseye bir şaplak vurup adamın özgürlüğünü elinden alırlar. Bir zamanlar Osmanlı Devleti de aynı duruma düşmüştü. Alacaklısı olan devletlerde çok güçlüydü. Duyunu Umumiye borçları adı altında bütün alacaklarını söke söke aldılar. Osmanlının topraklarını işgal edip yağmaladıktan sonra bir kuruş kalmayana kadar borçlarının hepsini tahsil ettiler. Hatta yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine dahi hiç acımadılar. Sonuna kadar hesap sordular. İşte borçlanma da eğer alacaklılar dişli ise tehlikeli ve kötüdür. Aile hayatında da durum böyledir borç aldığın adama eğer geri ödemez isen ya icra ile ya da zorla kapına dayanıp malını mülkünü yağma ederler…
Peki, geriye ne kaldı? Ya bilmediğimiz bir akrabamızdan miras kalacak ya da tasarruf edeceğiz. Birinci şık sadece sinema filmlerinde olduğu ve gerçekçi olmadığı için bir ikincisi üzerinde yani tasarruf konusunda duralım. Devlet hayatında da durum böyledir ya petrol gaz gibi değerli bir maden bulunacak ya da tasarruf oranları yükseltilerek büyümek için kaynak meydana getirilecek. Eğer ticari değeri olan bir petrol olsaydı zaten şimdiye kadar çoktan çıkarılırdı. O halde bunu geçelim zaten petrol oldu mu her türlü fitne ve çatışma eksik olmuyor. Ülkelerin tasarruf yapması öncelikli olarak ele alınmalıdır zaten yazının ana fikri de budur…
Ailede veya devlette nasıl tasarruf edip kaynak ayıracağız. Bunun cevabı basittir. İsraf etmeyerek. “Kulü veşrebü vela tüsrifu” Yani Cenabı Allah, “yiyin için fakat israf etmeyin” emrediyor. Yediğimizde, giydiğimizde lükse kaçmaz isek israf etmemiş oluruz. İşte en önemli tasarruf kaynağı budur: israf etmemek.
Fatih’te bir cami vardır. İsmi de nedir bilir misiniz? Sanki Yedim Camii. Bir zat canı bir şey yemek istediğinde “sanki yedim” demiş parasını tasarruf etmiş. Bu durum böyle devam etmiş bir de bakmış ki bir cami yapacak kadar para birikmiş. İşte sana kaynak. Adamcağız tasarruf ettiği paralarla bir camiyi yiyebilirdi, fakat yemedi…
ABD’de yaşayan bir kadın kızı ile birlikte bir kitap yazıyor. Kitabın adı “The Two-Income Trap” yani “iki gelir tuzağı”. Bu kitap ile meşhur oluyor ve şimdi senatör. Demokrat Partinin Obama’dan sonra Başkan adayı olacak kadar tanınmış birisi. Hillary Clinton bu kadını alt ederek kendi aday olmaya çalışıyor. Bakalım seçilecek mi? Her ne ise… Biz gelelim asıl konumuza. Harvard’dan mezun olmuş ve Yale Üniversitesinde de hocalık yapmış bu kadıncağız yıllarca ABD toplumu üzerinde çalışıyor ve yaptığı analizler sonucunda şu sonuca ulaşıyor. Tüketim ekonomisi ve kadınların yuvalarından uzaklaştırılması tam bir bataklık. Kadınların çalışma hayatına atılması ile birlikte aile faciaları çığ gibi büyüyor…
Kitap incelendiğinde şu hususlar göze çarpıyor: ABD toplumunda 1970’li yıllarda çoğunlukla sadece bir kişi çalışıyorken yıllık ortalama gelir 40 bin dolar civarında imiş. 2000’li yıllarda ise büyük oranda kadınlar çalışma hayatına atılmış ve iki gelir elde edilerek ailenin ortalama geliri 70 bin dolara yükselmiş. Bu sefer de geçim sıkıntısı başlamış. Sadece geçim sıkıntısı olsa neyse, boşanmalar çok fazla artmış. Sonuç tam bir facia aslında. 2008 Yılında “Mortgage Krizi” adı verilen ve sadece ABD ekonomisi değil bütün dünyayı alt üst eden krizin sebebi de işte bu olay. Yani iki gelir tuzağı…
Pek anlaşılabilir değil. Zira gelirin neredeyse iki katı artıyor lakin iflas ediyorsun. Bu nasıl olur? Cevabı basit; çünkü israf yüzünden bu problem ortaya çıkıyor. Eskiden yani tek bir kişi çalışırken evde annelik yapan kadınlar israftan kaçınıyorlardı. Hatta tasarruf edip daha iyi eve taşınma ve daha iyi şartlarda yaşama imkânı buluyorlardı. Lakin kadın çalışma hayatına girince her şey alt üst oluyor. Bir kere; kreş, giyim-kuşam ve yiyecek masrafları aşırı derecede yükseliyor. Hiç tanımadığın insanlara çocuğunu teslim ediyorsun sevgisiz saygısız bir çocuk yetişiyor. Bunu geçelim, çalışan kadın kocasına saygı duymuyor, “ben zaten yoruluyorum bir de senin kahrını mı çekeceğim” diyerek boşanmayı çıkış yolu olarak seçiyor. Evi büyütmek ne kelime, parçalayıp un ufak ediyor. Arada kalan çocuklar ise anne şefkatinden mahrum ve acımasız bir tip olarak adeta pimi çekilmiş bir el bombası gibi toplumun içine sürülüyor.
Çalışan kadınların giyim kuşam masrafları ve ailede birlikte yemek yenilmediği için ortaya çıkan yeme içme giderleri son derece yükseliyor. Hâlbuki hem lezzetli hem de oldukça iyi fiyattan alınarak yapılmış ev yemekleri her bakımdan çok daha iyi iken fast-food türü yiyecekler yüzünden sağlığı bozulan insanlara, obezite hastalığı bu israfın faizi olarak geri dönüyor.
Tabii iki gelir tuzağının başka yönleri de var. Kredi kartları ve tüketim çılgınlığını körükleyen bin bir türlü sorun var. İnsanlar bu konuyu enine boyuna tartışıp sonuçlar üretmişler. Şimdi Amerikalılar şöyle dursun biz gelelim ülkemizin durumuna. Benzer sorunlarla karşı karşıya değil miyiz? Evet, aynı problemler bizde de var. Boşanmaların artması geçim sıkıntısının ağırlaşması ülkemizde de sık sık karşımıza çıkan bir durum. İşin kötüsü “kadın istihdamını arttırdık” diye maharetmiş gibi demeçler veriliyor. Ne büyük işler başarmışız meğer. Kadınları yuvalarından çıkarıp çalışma hayatına sokmakla büyük başarılar kazanıyor muşuz da haberimiz yokmuş…
Evet, yol yakınken bu yanlış hesaptan dönmek gerekir. İşte ABD toplumu ortada. İnsanlar yıllarca emek verip çalışmalar, derinlemesine analizler yapmışlar. Kadınları çalışma hayatına sokmakla ekonomi büyümüyor, tasarruf edilmiyor, israfın önüne geçilmiyor. Bilakis her sorun katlanarak çığ gibi büyüyor. Peki, ne yapmalı?
Kadınlarımızı yuvalarına döndürmeliyiz. Kâinatın en değerli varlığı olan insanı yetiştiren sevgili annelerimizi iş hayatının kötülüklerinden kurtarıp toplumun çekirdeği olan aileyi güçlü kılmalıyız. Cennet, annelerin ayağı altındadır, kadınların değil. Bunu iyi bilmeli…
Annelere tasarruf yapmaları ve ailelerinin geçiminde katkı sağlamak için yuvalarından çıkmadan iş imkanları bulmalıyız. Anneliği aşağılamak onu ve yaptığı işi küçümsemekten vaz geçmeliyiz. Bu sayede kadınların iş hayatına girmek sureti ile yol açtıkları sosyal ve ahlaki sorunların da önüne geçmiş oluruz. Şunu unutmadan söyleyelim. İslam hayatında kadına çalışma yasağı yoktur. Lakin kadın, çalışma hayatına girmek için zorlanamaz, bu davranış zorla dayatılamaz. Kadınlar isterlerse çalışırlar, istemezlerse çalışmazlar. Evlenen bir kadın maişet konusunda kocasını zorlayabilir, “git çalış para kazan” diyebilir. Lakin kocanın karısına aynı şeyi söylemesine cevaz yoktur, günahtır, vesselam…