İrfân dünyamız, her geçen gün, biraz daha çoraklaşıyor. Bu topraklarda artık ne şiir boy atıyor, ne roman, ne da başka bir edebî tür. Dili kökünden kesilip köpeklere yedirilen bir milletin çocukları için şaşırtıcı âkibet mi? Hayır. Hayır ama yine de hazîn, hazîn ve elem verici.
Düşüncenin de duygunun da aslî malzemesi kelime. Kelime canlı bir uzviyet, gelişen, büyüyen, olgunlaşan bir uzviyet. Haricî her müdahale bu canlı uzviyeti ya felc eder, ya da öldürür. Türkçe, bir asırdır haricî müdahalelerin kurbanı; üstelik dost değil, düşman bir haricî müdahalenin.
Kamal Atatürk’ün harf İnkılâbının da, sonrasındaki dil sadmelerinın de maksadı, milleti dilsizleştirmek pahasına da olsa, bin yıllık irfân ve târihinden koparmaktı. Zirâ, bu bin yıl bütünüyle İslâm’ın zâferiydi ve Kamal Atatürk hiçbir şekilde ne İslâmiyetle barışıktı, ne de “Arabın Uşağı” deme cür’eti gösterdiği Hz, Muhammed’den haz ediyordu.
Olan bu milletin imân ve diline oldu. Bugün Türkçe diye gevelenen üç beşyüz “tilcik” ile kargalar bile günlük hayatlarını devam ettiremez, bir millet nasıl yaşasın? Yaşayamaz, yaşamıyor da zaten.
Düşünce hayatımızdaki sığlık utanç verici. Batı perestişkârlığının sarhoş ettiği Meşrutiyet “aydın”ı bile bugünün entelektüelinden yüz fersah daha yüksekte idi.
Bu satırları karalamaya başlarken kucağımı bu kadar geniş açma niyetinde değildim. Derd büyük olunca, feryâd etmemek kabil olmuyor! Niyetim bir dostun gözüme ilişen bir şiiri çerçevesinde bir kaç satırla takdirlerimi takdim etmekti. Kalem, uçuruma sürüklenen kazazede gibi, kendiliğinden tenkide kaydı.
Şiir, en ibtidâî ilhâmlarını karalamakla meşgul bir alay ergenin oyuncağı... Roman, tek kitab okumamış, tek bir meselesi olmamış, hiç bir dâvânın acısını yaşamamış bir yığın hayâlperestin. Okuyucunun kumaşı daha da kötü. Zihnini bir parça zorlayan iki kelimeyi peş peşe gördüğünde elindekini fırlatıp atmaya dünden hazır. Okumuyor, okuyamıyor.
Devlet dersen, birinci sıra suçlu mevkiini terketmiş değil ki, meded edebilsin. Suyun kaynağı Ankara’ya taşındığından beri devletin biricik vazifesi, kaynağa yestehlemek. Asırlık bu şuur felcini sıhhate tebdil edecek Hekim-i Lokman’ı da, fecr-i sâdıkı da beklemekten yorulduk.
Toparlayalım mı?
Yeni şiiri eski ile bağlayacak ilk kuvvetli hamle Nurullah Genç’ti. Yağmur ile bir şimşek parıltısında çehresini gösteren Genç’i –tâliblisi olsun veya olmasın- hızla tırmandığı ikbâl basamakları mahvetti. Mahvetti, zirâ taşındığı sırça saraylarda şiir değil siyâset hükümferma idi. Şiire tekrar dönebilir mi? Temenni ederim, ancak yüksek bir ihtimâl değil. Ömrü vefâ eden görecek.
Genç’in boşluğunu kendi açımdan kadim dostlarımdan Ekrem Kaftan’ın mısraları ile doldurmaya çalışıyorum. Kaftan, daha sık dokuyan, daha ince çalışan bir mücevherci. Çakıl taşları ile mâbed inşâsının mümkün olmayacağının farkında şâir. Hiç bir kelimesi rast gele değil, bir veya bir kaç başkasına tercih edilmiş üstün kelimeler. Musikî de, mânâ de kuvvetli; mısralar muhkem. Her mısra, şâirden haber veren birer mühür, birer sikke.
Yukarıdaki satırlar, takdim bahtiyarlığını duyduğum son şiirinden mülhem. Varol koca şâir. Ruhuna, gönlüne sıhhat ve âfiyet.
SULTÂN ETTİN
Gönlümü fethederek şiirden ummân ettin
Özletip bekleterek baştan başa kan ettin
Ötelerden gelmeyip ömrümü hicrân ettin
Beni cümle uşşâka şükür ki sultân ettin
Zülfünün siyâhından bahtım nasibdâr oldu
Yegâne işim her dem seni intizâr oldu
Âsumân dahi sensiz yanan gönle dar oldu
Müjgânının tahtını gönle sâyebân ettin
Hülyamdan bir lahzacık uzak kalsan yanarım
Yanılıp da ağyâra selâm salsan yanarım
İçinde olmadığım fikre dalsan yanarım
Mevsimsiz sevdirip de bu aşkı nihân ettin
Bunca feryâd yüzünden çok şükür ki rüsvâyız
Güzellikte bînazîr nigâra müptelâyız
Sevdânın şiddetinden yâr başına belâyız
Kalemi gece gündüz şiirle nâlân ettin
5 Kasım 2017 Kâfî (Ekrem Kaftan)