Her dilin kendine has kelime hazinesi ve kelimelerin kullanıldığı yere göre kazandığı yeni ve değişik anlamları vardır. Bunun günlük hayatta değişik ve çarpıcı örneklerini de görürüz.
Türkiye'ye dil öğrenmek için gelen biri, Türkçeyi iyice öğrendiği kanaatine varınca, ülkesine dönmek için tren bileti alır. Fakat durağa geldiğinde, trenin yerinde olmadığını görünce; bir kundura boyacısına, trenin ne zaman kalktığını sorar. O da "O ooo" cevabını verir. Fakat bu arkadaş, bu "Oooo"yu hiç duymamıştır. Acaba bilmediğim bir kelime midir, diye boyacıya: "Kardeşim bu 'Ooo' ne demek?" diye sorar. Kundura boyacısı da "Oooo sen daha 'Oooo'yu bilmiyorsun." deyince, yabancı arkadaş, gitmek fikrinden vazgeçer. Bir "Oooo", bu kadar anlamı karşılıyorsa, bilmediğim daha çok kelime vardır, diyerek talime devam kararı verir.
Bir suyun girdiği kabın şeklini alması gibi, kelimeler hatta yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi ünlem değerli sesler de dahil kullanıldığı cümlede, mısrada yeni ve taze bir anlam kazanabilir. Hatta insanda da değişik tedailer (çağrışımlar) uyandıran kelimeler çoktur dilimizde. Bunun günlük hayatımızda kullandığımız veya yukarıda olduğu gibi şahit olduğumuz onlarcasına rastlarız.
Mesela şairin bu asrın dünyasına hediye ettiği, "Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer" mısrasındaki hayâl, neye denk gelir? Şairin "cihan değer" dediği hayâl, herkeste farklıdır.
Birinde sevgilinin "mercan kadehe" resmedilen hayâlidir. Bir başkasında "ahiret endişesi", bir başkasında "ağlanılan geçmiş zamandır."
En güzeli belki de 18. yüzyılın şuhane gazel şairi Nedim'in:
"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim,
Bir peri sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana" beytindeki "misal âleminde gördüğünü sandığı güzeldir" hayâl. Bu, Türkçede böyle olduğu gibi, engin ve zengin ve Kur'an dili olan Arapçada da böyledir.
Geçenlerde Mesnevi dersleri yapan Şener Dilek abinin bir dersinde "elâ" kelimesini biraz anlatınca ve anlamı üzerinde durunca, girişteki anlatılanlar aklıma geldi. Edat türündeki bu kelimenin bize öğrettiklerini ve bunun, bana hatırlattıklarını anlatmak istedim.
Daha önce Kur'an okumalarımızda notlarımıza aldığımız âyetlere ve işaret koyduğumuz kelimelere baktım. Tespit edebildiğim kadarıyla "elâ" edatı, Yunus Suresinin 55. âyetinde iki defa, 62. ve 66. ayetlerinde birer defa, Ra'd suresinin 28.âyetinde bir defa kısaca "bilesiniz" anlamında ve Mülk Suresinin 14. âyetinde ise, tüm cümleye sindirilmiş ve hayreti de içinde saklayan soru şeklinde "Yaratan bilmez olur mu?" cümlesiyle verildiğini gördüm. Benim bir çırpıda gördüklerim bunlar. Daha çok âyetlerde vardır belki.
Asıl edatların tek başlarına anlamları yoktur. Türkçede "ey, oy, hey" gibi. Arapça "elâ" edatının ise, çoğu zaman istiftah (siftah etmek, başlamak) tembih etmek, dikkat çekmek amacıyla kullanıldığını ve Türkçe karşılığın tam olmamakla birlikte "dikkat edin, dikkat kesilin, odaklanın, iyi bakın, ayık olun, uyanık olun" terkipleri ile karşılanabileceğini anlıyoruz.
Yunus Suresinin 55. ayetinde iki defa dikkatimiz çekilip birincisinde: "Bilesiniz ki gökteki ve yerdekiler Allah'ındır." tembihi; ikincisinde ise, "Dikkat edin, Allah'ın olacağını bildirdiği şey, gerçektir." ikazı yapılıyor. 62.âyette ise: "Bilesiniz ki Allah dostlarına korku yoktur." müjdesi var. Allah dostları ise, takva sahibleri ve karşılaşıldığında, duruşlarıyla insana Allah'ı hatırlatan kişiler olarak biliniyor. Yine Yunus Suresinin 68.âyeti ise, tekrar dikkatimizi çekiyor. "Bilesiniz ki yerde ve göktekiler Allah'ındır."
Yine "elâ" edatının geçtiği Ra'd Suresinin 28. âyeti ise tam bir terapi, yol haritası, iksir, can yoldaşı, baş tacı niteliğinde. "Bilesiniz ki gönüller,ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur." Bütün beşer bu huzuru, bu sükûneti aramıyor mu zaten? İşte reçete!
"Evet Allah'ı tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır. Allah'ı tanıyanın dünyası, nurla ve mânevî sürûr ile doludur. Derecesine göre, bunu iman kuvvetine göre hisseder." Bir önceki âyette bildirildiği gibi, "Allah'ın olacağını bildirdiği şey, gerçektir." tembihini, ilkazını alan mümin, "Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa, dünyasını (kesinlikle olacağını Allah'ın bildirdiği) cennetin intizar (bekleme) salonu hükmüne gördüğünden hoşgörür, tahammül eder, sabır içinde şükreder." Yani hiçbir husus, sıkıntı onun huzurunu dâimi olarak bozmaz. Buradan imanın mânevî bir cennet ağacının çekirdeğini taşıdığını ve cenneti dünyada da yaşattığını anlayabiliriz.
1950'lerin sıkıntılı yıllarında her sayısı mühim hadiselere sebep olan "Serdengeçti" mecmuasının bir sayısında "Bediüzzaman Karanlıkları Delerken" başlıklı yazısının altına:
"Çık, neredesin zuhur et, seni bekliyoruz,
Yıllardır arkanda yorgun emekliyoruz,
Musa ol, hakka yüksel, tecelli et de Tur'a,
Zulmet yıkılsın gitsin, cihan gark olsun Nur'a"
mısralarını ekleyen Üstadın "Eğer bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti koyardım" iltifatına da mazhar Osman Yüksel Serdengeçti, 1960 darbesinden sonra, Konya hapishanesinde beraber bulundukları aziz insan Doktor Sadullah Nutku'nun tefekkürle, tezekkürle kazandığı yukarıda bahis olan huzur hâlini, Cemal Gürsel'in "Türkiye'de huzur yok" beyanına karşı, ona bir telgraf çekerek, "Huzur istiyorsanız, Dr.Sadullah Nutku'nun bulunduğu Konya Hapishanesinde falan numaralı odada var, oraya geliniz" şeklinde iletmişti. Daha sonra bu telgraf hadisesini "Yeni İstanbul" gazetesinde "Selam" köşesinde "Onlar Bizi Affetsin" yazısında anlatmıştı. Demek Allah'ı anmakla kalplerin kazandığı huzura hapishane, zindan, sürgün, takip engel olamıyordu. Çünkü huzur, bedenle ilgili değildi. Bedenin idarecisi, kumandanı olan kalplerin tatmini ile ilgiliydi. Bunu Rabbimiz de bize bir reçete olarak sunuyor ve bu reçetenin başına da "'elâ' aman dikkat ediniz, biliniz, odaklanınız." ikazını koyuyordu.
Fakat burada Ra'd Suresindeki "Biliniz ki kalpler Allah'ı anmakla huzura kavuşur." âyetine Üstadın Pencereler Risalesinin 11. Penceresinde getirdiği "tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlâhiye" eksenli tefsirini yeni, değişik, derin ve işin aslını da çözen şumüllü bir izah olarak görüyorum. Asıl huzursuzluk ıstırabat ve keşmekeş önce, bir tek Hâlık'ı tanımamaktadır. Yani asıl ızdırap ve huzursuzluk, bütün bu mevcudatı bir tek Sani'a (yaratıcıya) vermemek, her şeyi hadsiz sebeplere, tesadüf gibi şeylere vermekten kaynaklanmaktadır. "İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat (hakikati araştırma meyli) cihetinden gelen nihayetsiz ıstıraptan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık (bir tek Allah'a inanmak) ve marifet-i İlâhiyedir." Bir tek Allah'a inanıp onun marifetini (Onu isim ve sıfatları ile bilmemizi) elde etmemek, aklı ve ruhu ızdırapta bırakmaktadır. Yani eşyanın varlığına, var olmasına ve kainattaki düzgün işleyişe mâkul ve geçerli bir izah getirememek, asıl ızdırap kaynağıdır. Demek kalplerin huzurunu temin eden, hem vacip bir hakikat (zorunlu, aksi mümkün olmayan) hem de kolay bir yol olan bir Hâlık'a iman ve onun marifetini elde etmek ve kalbin içini, köşesini Onun zikri ile tezyin etmektir.
Evet dostlar, bütün huzur ve rahat "O'nu hakiki tanımak ve sevmek" içinde saklıdır. Hakiki sahibimizi, mâlikimizi bulamadığınız, O'na teslim olmadığımız her zaman hem bir bîçareyiz hem de sergerdan, başıboşuz demektir. Hakiki saadet ve halis (içinde sıkıntı olmayan sürûr) ancak Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onun için ehl-i hikmet: "Bir şey istersen insandan isteme, verirse minnettir, vermese zillettir. Sen daima Allah'tan iste, verirse nimettir, vermezse hikmettir." demiştir. Her şeyde Onun hikmet izlerini ve rahmet parıltılarını aramak ise, huzur ve sükûnetin esasıdır.
Selam ve dua ile.