Kördüğüm bir dünya…
Ve hayatın acımasız bir yüzü…
Şöhretin alacakaranlığında boğuk ve kısık sesler.
“Gaye-i hayal olmazsa ezhan eneye döner” gerçeğinin en çarpıcı yansıması.
Bana cehennemin güzelliğinden bahseder misiniz?
Birçok defa şahit olduğum garip bir diyalog:
“Siz cennete gidin ben cehenneme gideyim.
Cennete falan falan hocalar var. Onların derdini kim çekecek.
Oysa cehennemde şu şu artistler şu şu dünya güzelleri var.
Keyif yine oradadır.”
Ve ardından Yılmaz Özdil’in ahiret beklentisi…
Ve de en perde gerisinde belki de şuur altların en zula yerinde “ahiret’e iman olmazsa yaşanmayacağının” ilginç trajedisi…
Zavallı bir bayanın ölümü ardından kopan fırtınalar…
İhanet mi, namussuzluk mu, sarhoşluk mu?
Kim haklı?
Fakat ortada en çarpıcı bir gerçek: ölüm…
***
İnsan garip bir mahlûk...
Müthiş incelikler manzumesi…
Ve şuuraltına sıkıştırılmış daha doğrusu süpürülmüş en hayvani arzuların girift muamması…
Yahu şöyle başınızı kaldırıp büyük kentlerin büyük (!) mekânlarına bakın.
Kaç tane duygunun çarmıha gerildiğini görüyor musunuz?
Gülen yüzlerin, savrulan kahkahaların, aşüfte yaklaşımlarını hissediyor musunuz?
Kuvve-i şeheviyenin had konulmayan sınırsızlığındaki sınırsız günah cehennemi…
Bu dehşetin kucağında büyüyen bir kadının küçücük oğlunun masumiyeti nereye kadar gidecek?
Gerçekten içimi kemiren bir sorum var: En büyük suçlu çevremi?
İnsan çevreyi temizleyebilir mi?
Temiz bir dünya temiz bir insanlığı da beraberinden getirir mi?
Peki, kaderin derinliği nerde kaldı?
Hayır-şer, kötü-çirkin, nar-nur silsilesinin cennet- cehennem dalında insan ruhunun uçurumlarını ve aydınlıklarını bir el feneri yordamıyla görmemiz mümkün değildir.
"cennet ucuz değil cehennemde lüzumsuz…"
‘Ene’ye köle ‘arzu’ya amade olan “çağdaşlık” safsatası bu insanlığı nereye kadar taşıyacak ki?
“Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var?”
Ehemmiyetli olan itikadım değil mi?
Elimdeki kameramı nereye çevirirsem hayatın akışı oradan gözükmeyecek mi?
***
Dar bir sokakta sarhoş bir kadının sarhoş bir erkeğe yaslanıp hıçkırık kokan gülüşleriyle apartmanlarının kapısından içeriye girene kadar esen rüzgârdan bihaberdim.
Sonra soluk soluğa bir insanlık akışına şahit oldum.
Günahın alacakaranlığıydı burası.
Boyutlar ötesi kadar gerçek.
Acımasız…
Gülmeler ağlamalara inkılâp edecekti ya…
İşte o zaman oturup iki elimi kafamın arasına aldım.
“Medeniyet bu mu Allahım!”
Peki, "Fettâhiyet" gerçeği nerede Rahmâniyet hakikati nerede?
Elimde bir kamera ve kamerada uçuşan tozlar.
Tozlar arasında savrulan bir kâğıt parçası…
Rüzgâr estikçe kâğıt yükselir. Derken dar sokaktaki bir balkonun içine düşer.
“Her meyvede tohum, her canlıda Allah.”
Evet, kâğıda bu cümle yazılıdır. Gerisi yırtılmıştır.
Sonra içerde bir ses gelir:
“Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.”
Sonra hızlı bir fon müziği başlar.
Ve peş peşe insan manzaraları ve ihanet görüntüleri…
Annesini bir yabancıyla baş başa gören bir gencin yumruklarını sıkarak dışarıya koşuşu dikkat çeker.
Derken bir kuşun yuvasına yanlışlıkla düşen bir başka kuşun yavrusunun kafasını gagasıyla delip öldürmesi…
Ve ansızın saldıran bir yılanın kuşu tüm yavrularıyla birlikte yutuşu…
Kuşu yutan yılanın korku veren gözlerinden dünyanın dönüşü…
Artık ne yılan ortada gözükür nede ağlayan bir çocuk.
Sadece uzayın sonsuz boşluğunda muhteşem görüntüsüyle bir Mevlevi gibi dünya dönerken Kabe de start alan bir ezanın yeryüzünü kuşattığını göreceksiniz.
Bu bin beş yüzyıl önce gelen bin beş yüz yıllık yankılanan bir sestir.
Belki de her türlü günaha rağmen helak olmayan dünyanın kainat adına yaptığı bir yakarıştır.
“Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir. (Ahzâb Sûresi: 72.)”