Gece halüsinasyonlar görüyordu. Gözlerini tavana dikmiş yatarken hepten incelmiş uzun parmaklarını duvara doğru uzatıyor, “Beni almaya geldiler. Ayaklarımdan çekiyorlar” diye mırıldanıyordu.
Gelenleri tahmin ediyor, göndermemek için elini sımsıkı tutuyorduk.
Sonucu malum bir ölüm-kalım savaşıydı bu...
Yenileceğimizi bildiğimiz halde çekiştirip duruyorduk.
Ve babam, ne yazık ki, kendisini çağıranların safındaydı.
* * *
Akransızdı çünkü...
Yaşıtları çoktan gitmişti. Her gömdüğü dostuyla, yaşama sevincinden bir parçayı da vermişti toprağa...
Pencere kenarında, “iftihar kaynağı” oğlunun başucundaki fotoğrafına bakarak ve çıkageleceğini umarak yaşıyordu.
Ayakta ölen ağaçlar neslindendi.
“Elden ayaktan düşürmeden al Rabbim” diye yakararak geçirmişti son yıllarını...
Onu tanıdım tanıyalı şıktı ve hastanenin acil asansöründe dağılmış saçlarını toplayacak kadar bakımlı...
Öyle bir hayat sürmüşken bakıma muhtaç halde yatağa düşüp başkalarına külfet olmak istemiyordu.
Yaşama asılmayı değil, yaşadığı kadarına şükretmeyi öğrenmiş, öğretmişti.
“Zor bir hayat sürdüm, ama senin mürüvvetini, düğününü, torunumun büyüdüğünü, başarını gördüm; bana yeter” diyordu.
* * *
Elini bırakmak istemesem de, onu ona rağmen yaşatmanın bencillik olacağını biliyordum.
İki dünya arasındaki bir “terminal”de bekliyorduk.
Ona ihtimamla bakan sevgili doktorlarının yapacağı birkaç operasyon son treni belki biraz geciktirebilirdi, ama yoğun bakımda, tanımadığı hastalar arasında, birkaç ay fazla yaşayacağına, evinde, kendi yatağında, ailesinin kollarında daha azına razı olacağı kesindi.
Zor kararı verdim.
Onu hastaneden alıp eve getirdim. Huzurlu bir final hazırlığına girdim.
Ayağından çekiştirenlere inat, son günlerini, bir veda şölenine çevirdik.
Yatağını salona taşıdık. TRT-Müzik’i açtık. Karısı, oğlu, gelini, torunu, kuşu, yakınları, hepimiz güle oynaya onu mutlu etmeye, acısını dindirmeye çalıştık.
Gözyaşımızı gizlemedik; kahkahamızı da esirgemedik.
Zorda mı? İçimizden dualar ettik.
Kederli mi? Annemle kulağına en sevdiği türküyü söyledik:
“Diyeceğim çok amma da, pek kalabalık yerdesin...”
* * *
Bunca yıl diyememiştik diyeceğimizi... Gizlemiştik birbirimizden, acımızı da sevgimizi de...
Boğazımda yarım asırlık bir yumruydu o...
Giderayak o kördüğümü de çözdüm.
Ağırlaştığı gecelerden birinde gözünü açtı, kulağıma “Sonum yaklaştı oğlum. Tanrıma emanet ol” diye fısıldadı.
Eline yapışıp “Bizi bırakma baba” diye hıçkırdım.
“Ağlama oğlum” diyebildi.
Hiç söylenememiş, söylenemedikçe gecikmiş cümlelerim, veda buseleri eşliğinde geldi:
“Seni çok seviyorum baba; sen çok iyi bir baba oldun bana” diyebildim.
“Karşılıklı” sözcüğünü işittim.
Saçını okşadım, yanına yattım.
Onunla böyle güzel vedalaşabilmiş, helalleşebilmiş olmanın huzurunu tattım.
Çok geçmeden, 51 yıllık eşinin göğsünde, dudağının kenarında minicik bir tebessümle verdi son nefesini...
Kışa ayak direyen uzun pastırma yazı bittiğinde babam cansızdı, Can babasız.
* * *
Hiç durmayan saati, torununun bileğinde şimdi...
Onun nabzı attıkça zaman çarkı dönecek ve günü geldiğinde dilerim o da babasını böyle seve okşaya yolcu edecek.
Milliyet