En büyük belâların en yüce insanlara musallat olmasındaki hikmet

Halil DÜLGAR

İnsanlık tarihi araştırıldığında en ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanların insanlık semasının güneşleri, ayları ve yıldızları olan peygamberler, peygamberlerin izini takip ederek fazilet ve kemâlat arşına çıkan velîler ve salih kimseler oldukları görülmektedir. Zaten peygamberlerin reisi, velîlerin seyyidi Hz. Muhammed’in (a.s.m.) şu ifadeleri de bu hakikati doğrulamaktadır:  En ziyâde musibet ve belâların verildiği kimseler insanların en iyisi, en kâmilleridir.”

En yüce kamette olmalarına, insanoğlunun karanlık yollarda helâk olmaması için ömürlerini vakfetmelerine rağmen bu nurdan rehberlerin en büyük hastalıkları çekmeleri, en dehşetli musibetlerle yaka paça olmaları, en büyük dertlere düşmeleri, en yakıcı belâ ateşlerinde kavrulmaları, en ağır imtihanların pençe-i kahrında sınanmaları elbette pek çok hikmetten ileri gelmektedir.

Evvelâ kişi, imanı nispetinde imtihana tabi tutulur; en azametli imanlara sahip olanların bahtına en çetin imtihanların düşmesi bundan dolayıdır. Onların bitmez tükenmez sabırları, çelikten iradeleri, musibet çarkında öğütüldükleri hâlde umutsuzluğa düşmemeleri, tevekküllerinden zerre miskal taviz vermemeleri heybetli dağlardan daha sağlam olan imanlarından kaynaklanmaktadır. Kışın şiddetli soğuğuna, yazın hararetli sıcağına aldırmamaları, hep ılık, gölgeli bir mevsimde yaşamaları, kendilerini daima Allah’ın huzurunda bilmelerindendir. En azgın acıların zincir vuramaması, en deli volkanların korku salamaması ufkunda güneş batmayan bir gönül ülkesine sahip olmalarındandır. Belâya tebessüm ederler; zira belânın ekşi suratında belâ verenin rahmetini görürler. Musibete “Hoş geldin, safa geldin” derler; musibetin kim tarafından gönderildiğini bilirler. Hastalığı cana minnet sayarlar; çünkü onu Rahmânî hediye olarak görürler. Bellerini ancak rükû büker, sadece Rablerine secde ederler; sıra dağlar gibi dertler, onların boynunu bükemez asla eğilmezler.  Onların derdi Allah rızasıdır, başlarına gelenler ise rıza-yı İlâhî’yi kazanmak için vesilelerdir; hastalıkları, belâları, musibetleri hep o yüce maksadın hizmetçileri olarak değerlendirdikleri için hoş görürler, sabır içinde tahammül ederler.

Bu seçkin insanlar, yaratılış ağacının en olgun meyveleridir; onlara yakışan ise en yüce duruşu sergilemektir.

Ve onlar ibret ve irşâd tablosudur; onların hayatına bakan dersini alır, yolunu aydınlatır, dosdoğru istikameti bulur. Hz. Âdem’in (a.s.)  ruhunda nedamet ve tevbeyi, Hz. İbrahim’in (a.s.) belâsında huzur ve tevekkülü, Hz Eyyûb’un (a.s.) hastalığında sabır ve ihlâsı, Hz. Yakûb’un (a.s.) dünyasında Allah’ın rahmetinden umut kesmemeyi, Hz. Yusuf’un (a.s) imtihanında takva ve sadakati, Hz. Musa’nın (a.s.) tebliğinde azamet ve heybeti, Hz. Yûnus’un denizinde dua ve tevhîdi, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) hayatında teselli ve rahmeti bulan insan, insanlık semasında yüceldikçe yücelir; artık hiçbir musibet onu rıza yörüngeli istikametinden alıkoyamaz.

Hz. Aişe, Allah Resûlü (a.s.m.) yanındayken geceleyin lamba yakmadığını, işlerini Efendimizin (a.s.m.) yüzünün nuruyla gördüğünü haber veriyor; bu bir iğneye iplik takmak bile olsa. Hz. Resûlullah’ın (a.s.m.) sadece yüzü değil, her hâli, her tavrı, her sözü ve bütün hayatı nurdur, yol göstericidir; çünkü o mahiyeti nur, hüviyeti nurâniye olan güneşler güneşidir. Örnek hayatına baktığımızda en karanlık musibetlerin hücumuna uğrasak da bir huzur umabilir, bir teselliyle sevinebiliriz ve mutlaka bir çıkış yolu bulabiliriz.

Bir gün Efendimiz (a.s.m.) şiddetli titremeye sebebiyet veren ateşli bir hastalık olan sıtmaya yakalanmıştı, huzuruna giren Ebu Said el-Hudrî  “Ey Allah’ın Rasûlü! Sıtman amma da korkunçmuş!” deyince insanlığın iftihar tablosu şöyle buyurdu: “Biz böyleyizdir. Bizim belamız çok şiddetli, ecrimiz de katmerli olur.”

Bu vesileyle Ebu Said el-Hudrî sordu, Efendimiz (a.s.m.) cevapladı:

-Musibeti en zor olanlar kimlerdir?
-Peygamberlerdir.
-Peygamberlerden sonra kimlerdir?
-Âlimlerdir.
-Âlimlerden sonra kimlerdir?
-Salihlerdir.

Daha sonra Hz. Peygamber’in (a.s.m.) mübarek lisanından gayet önemli şu ifadeler döküldü:
 
“Onların herhangi birisine bitlenmek  belâsı verilir ki, nerdeyse bitler onu öldürür. (Buradaki “bit” ifadesini sadece küçük bir böcek olan bit olarak anlamamak lâzım; ölüme sebep olan mikroplara, virüslere hatta kanser hücrelerine de işaret edilmiş olabilir)Başka birisine fakirlik belâsı ulaşır da sırtında giydiği abadan başka hiçbir şey bulamaz. (Bizzat Efendimiz’in  (a.s.m.) kendisi, bir gün giyecek bir şeyi olmadığı için Şurahbil b. Hasene’den emaneten yamalı bir elbise almış ve mescide o elbiseyle giderek namaz kıldırmıştır) Bununla birlikte onların bazılarının bu bela ve musibetlerden duyduğu sevinç, sizin bolluk ve refah içinde yaşamaktan duyduğunuz sevinçten daha büyüktür.”

Sahabelerin günlerce aç kalmaları sonucu vücutlarındaki takatleri tükenirdi de yine de aşk ile namaz kılmaya devam ederlerdi; öyle ki onların bu hâlini gören göçebeler “bunlar delidir” derlerdi. Namaz kılarken açlığın şiddetine dayanamayıp yere düştükleri de olurdu. Resul-i Ekrem (a.s.m.) namazı kıldıktan sonra onların yanına gider ve şu tesellide bulunurdu: “Allah katında sizin için hazırlanan şeyleri bir bilseniz! Kesinlikle daha fazla fakir ve daha fazla ihtiyaç sahibi olmayı isterdiniz.”

Bir gün Efendimizin (a.s.m.) huzuruna bir kadın gelerek, baygınlık geçirmesine sebep olan sara hastalığını şikâyet etti ve “Yakamı bir türlü bırakmıyor” diyerek söylendi. Hz. Peygamber (a.s.m.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bu tutulduğun hastalığa sabredecek olursan, kıyamet gününde hiçbir günahın olmadığı hâlde dirileceksin ve hesaba da çekilmeyeceksin.” Kadın, yemin etti, “Seni peygamber olarak gönderen Allah’a and olsun ki, kıyamet gününe kavuşana kadar sabredeceğim” dedi.

Bu örnekler onun ve sahabelerinin hayatından ancak denizden bir damladır lâkin yine de sağlıklı bir bakış açısı kazandırabilir. Yoksa öğrenilen fakat yaşanmayan ilmin zerre kadar kıymeti yoktur; körlerin elinde tuttukları meşalenin kendilerine fayda vermediği gibi. Bir gün, adamın biri, Bayezid-i Bistami Hazretleri’nin peşinde dolaşıp duruyormuş. Hazret, ne istediğini sormuş. Adam, “Cübbeni istiyorum” demiş. Ve büyük insan taşı gediğine oturtmuş: “Benim cübbemi değil, derimi de söküp alsan, benim yaşadığım gibi yaşamazsan hiçbir fayda göremezsin.” Mademki belânın en büyüğünün, en yüce insanlara musallat olmasının hikmeti böyledir, öyleyse onları taklit etmeye çalışmalıyız.

Son olarak, Bediüzzaman Hazretleri’nin hikmet ve ibret yüklü şu ikazlarına kulak verelim:

“Ey âh-ü enîn eden hasta! Hastalığın suretine bakıp âh eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel bir şey olmasaydı, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibâdına (kullarına) hastalıkları vermezdi.

Sen, ey âh-ü fîzâr eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek (katılmak) istersen, sabır içinde şükret. Yoksa şekvâ (şikâyet) etsen, onlar seni kafilelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin çukurlarına düşersin. Karanlıklı bir yolda gideceksin.”

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.