İnsan olarak daima başarılarımızı konuşuyoruz ve başarının peşindeyiz; buna rağmen bütün temel sorular ve sorunlar dipte kalıyor her zaman. Başarı, meslek, para, alkış, teveccüh, mal, mülk, makam, mevki, evlilik bu temel soru ve sorunlarla yüzleşmemek için sade bir bahane belki de. O kadar konuşuyoruz, yazıyoruz, eyliyoruz ama cidden hallettiğimiz hiçbir şey yok. Temel soru ve sorunlarla başı dertte olanlar nadir zekalardır her devirde.
Biz kimiz, burada ne işimiz var, ne yapıyoruz, hayatımızın bir amacı ve anlamı var mı, nereden geldik, nereye gidiyoruz, bizi getiren ve götüren biri var mı, öldükten sonra bir yaşam var mı, varsa bu kimin veya kimlerin tarif ettiği bir yaşam? Dinler dışında bu temel sorulara bütüncül cevap veren başka bir kurum yok. Bilhassa İslam dininden başka.
Ama cevaplanması tek başına bu temel soru ve sorunların halledildiği anlamına gelir mi? Verilen cevaplar talepleri ne ölçüde karşılıyor? Dört yol var önümüzde: Ya Godot’yu beklemeye devam edeceğiz öylece, ya Beckett gibi surat asıp bir ömür boyu hiç konuşmayacağız, ya günümüzü gün edeceğiz, ya da dinler tarafından hayata verilen anlamlardan birine sarılacağız. Hayatın temeli ve sonucu hakkında hiçbir şey bilmediğimiz halde her şeyi biliyormuş gibi davranabiliyoruz. En büyük gaflet bu.
Adam kendinden gayet emin şekilde “tanrı yoktur, her şey bir tesadüfün eseri” diyebiliyor. Bunu bu kadar kolay diyebilmek nasıl bir şey, anlamıyorum. Üstelik “tanrı yoksa her şey zorunlu olarak bir tanrı adayıdır” şeklindeki absürt netice bütün çıplaklığı ile göz önünde dururken. Ya her şey tek bir ilahın eseridir ya da her şeyde bir ilah kadar güç ve irade vardır. Akıl bu iki seçenekten başka bir şey söylemiyor.