Başlangıçta sahabelere kendisi öğretmenlik yaptı. Daha sonra yetiştirdiği öğrencilerden öğretmenler atadı.
Ubade İbn Samit, öğrencilere Kur’ân’ı ve yazı yazmayı öğretti.
Abdullah İbn Said İbnil-As, güzel yazı dersi verdi.
Muallim Mirdas, çocuklara öğretmenlik yaptı.
Cübeyr İbn Hayati’s- Sekafî kitap okumayı öğretti.[1]
Aziz Nebî (sav) hem gönüllere hem beyinlere hükmetti. Kâlplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi oldu.[ “Ben öğretmen olarak gönderildim.” buyurdu.
En büyük öğretmendi peygamberimiz (asm). O muhakkak ki okuma yazmayı öğretmeyi de eğitim faaliyetinin en önemli unsuru olarak kabul etti ama onun asıl öğretmenliği yüzyıllardır, okunamayan kainat kitabını anlatmayı öğretmek oldu.
610 yılının Ramazan ayında Hira Mağarası'nda Cebrail meleği Peygamberimize (asm) Allah'ın ilk vahiylerini getirdi. O getirilen kainatın tılsım-ı hayret fezasını çözen esrarı cami olan vahiydi. Hz. Muhammed (asm) mağarada düşüncelere dalmışken Cebrail (as) geldi ve O'na:
— "Oku!" dedi. Neden oku dedi çünkü Hz. İsa’nın dininin tahrif edilmesinden sonra kainatın manasını çözen alfabe karıştırılmış ve kaybolmuştu. Müfsit Yahudiler, kitabı tahrif ettiler, alfabe karıştı. Bu yüzden Cebrail en önemli fiili ona teklif etti ve oku dedi.
Peygamberimiz korku ve endişe içinde,
— "Ben okuma bilmem!" dedi.
Cebrail (a.s.) ikinci kez,
— "Oku!" dedi.
Peygamberimiz yine,
— "Ben okuma bilmem!" dedi.
Bunun üzerine Cebrail üçüncü kez aynı isteği tekrarlayınca Peygamberimiz,
— "Ne okuyayım?" diye sordu.
O zaman Cebrail, Alak suresinin ilk beş ayetini O'na okudu. "Oku! Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O insanı 'alak'tan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kaleml okume ve yazmayı öğreten Rabb'in en büyük kerem(cömertlik) sahibidir." (Alak suresi, 1.-5. ayetler). Hz. Muhammed de (asm) kendisine okunan bu ayetleri Cebrail ile birlikte tekrar etti. Böylece Allah'tan ilk vahiyleri ve peygamberlik görevini almış oldu.
Din bir eğitim faaliyetidir. Kainatın ilk dershanesi Hira mağarasıdır, en büyük ders orada verilmiştir. Allah vasıtasıyla resulüne, orada ibadet eden ve kainatın muamma-i müşkül küşasını çözmeye çalışan Cenabı Nebi harflerin anlamını çözmek için muhakkak orada secde etti ve Allah’a sığındı. Çünkü kainat mektebinin harfleri ve anlamı insanlara meçhuldü. İnsanlar nesneler ile uluhiyet ilişkilerine girmişti, putlara tapıyorlardı. O mağarada muallim olmak için ilahi bir izin bekleyen peygamber…
Bütün büyük problemler Hira’daki bu büyük buluşma ile çözülmüştür. O mağaradan hurdebini bir alet ile geriye bakan insanlığın nasıl yaratılışın anlamını anlamada bunaldığını, intihar edenlerin olduğunu, nesnelere tapanların olduğunu görüyordu. Vahiy, bunalmış beşerin ışığı olacak ve kainatın üzerindeki dalalet karanlığını çözecekti. O dershanede geleceğe uzanan bir dürbün ile bakıldığında da görülecekti ki o gün okumayı öğrenen ve öğretme azmi ile evine heyecanla giden Peygamberimiz (asm), ashabından başlayarak ders kitabını okudu ve okuttu ve öğretti.
O oku emrinden sonra Peygamber (asm), kainat kitabını okudu, onun büyük dersinden ashabı yetişti, onlar gittikleri yere kainat alfabesinin sırrını uluhiyetin manasını öğrettiler.
Kainatın muammasını ve harflerini anlamanın heyecanını anlayanların başında Hz. Ömer geliyordu. Müslüman olan kardeşini ondan önce Peygamberi öldürmeye giden Hz. Ömer neyle karşılaştı? Kainatın sırlarını çözen bir ayet kümesini dinledi ve sordu.
Okuduğunuz ne idi? Eniştesi telaş ve heyecan dolu ifadelerle, "Bir şey yok, sadece aramızda konuşuyorduk" cevabını verince, Ömer'in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Mâsum mâsum duran eniştesinin yakasına yapıştı ve "Demek duyduklarım doğru imiş; siz de Muhammed'in dinine girdiniz öyle mi?" diyerek onu yere çarptı. Hazret-i Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu.
Müslümanlığını gizlemenin artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hazret-i Fâtıma, ayağa kalktı ve "Elinden geleni yap, ey Ömer! Ben ve kocam artık Müslümanız. Allah ve Resûlüne îmân ettik" diye haykırdı.
Bu sözlerini, getirdiği "Kelime-i Şehâdet" takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı. Kelime-i şahadet alemin karanlık perdesini yıkıp vahyin ışığı ile aydınlatan bir cümle grubu idi.
Manzara ibretli ve içler acısıydı. Bir insan, kızkardeşini "Rabbim Allah" dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu haline rağmen davasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, şaşırdı birden. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta duramadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra, "Hele getirin şu okuduklarınızı. Getirin de Muhammed'e gelen şey ne imiş göreyim" dedi. Hazret-i Fâtıma önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübârek Kur'ân sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, "Korkmayın" diyerek onun bu endişesini yok etti. Ve Ömer söyledi, “şimdi şu semavat ve arz ve içindekiler sizin Rabbinizin mi.” Fatıma “evet” dedi. “Bizim kabede bu kadar putumuz var birinin bir karış mülkü yok” diye haykırdı Ömer.
O artık kainat kitabının büyük harflerinin nereye intisab ettiğini anlamıştı. Birden bire kendini yaratıcının büyük mabedinde gördü. Orada abdest alıp Müslüman oldu, çünkü artık büyük öğretmene gelen kitabı görmüş onun kitabı ile karşılaşmış ve okumayı öğrenmişti. Bir büyük insan kardeşinin evinde yaratılış kitabını okumuş ve kendini putlara tapan bir insandan Allah’a tapan bir insan konumuna getirmişti. Kalktı ve yürüdü, ashab korktular Ömer’in gelişine ama Kainat kitabının mübelliği zişanı olayı Cebrail’den öğrenmişti, Ömer geldi. Ne sahne ama… Titresin arz ve semavat.
Resul ile Cenabı Ömer yaptı mülakat.
Resulullah’ın (asm), büyük öğretmenin huzurunda öğrencilere katıldı. Ey vahiy sen nelere muktedirsin Allah’ın izniyle.
Bediüzzaman da bir öğretmendir. Sav’da önüne gelen insana okuma yazma öğretir, eline bir kitap verir. Badıllı Abi Abdullah Abi ile karşılaşır yer Urfa. Abdullah abi Ankara’da Dil Tarih’i terketmiş Bediüzzaman’a talebe olmuş. Ona bir kitap verir bunu yaz getir der. O da alır kitabı bir süre sonra yazar getirir. Çünkü o Üstadı taleb etmiş, talebesi ise asıl üstadı kitabı göstermiştir.
Okumak ve öğretmek en büyük iptilası ve en önemli öğrettiği kainat kitabını okumak ve anlamaktır. Onun okumak hususunda nasıl büyük bir öğretici olduğu bir kitap olur. Bütün eserleri bu büyük kainat kitabının müşahede görsel ayetlerini okumak ve okutmaktır.
Bediüzzaman kainat kitabını okutmuş, sairleri ise başka şeyleri. Farkı bu. Mana işte burada “elif lam mim zalikel kitabu lareybe fi hüdenlil müttakin.” Okumanın, anlamanın, kainat kitabını anlamanın en büyük kaynağı kitab-ı ilahi o “bihakkın” kainat kitabıdır. Hem hakkıyla yaratılan kainat kitabı, hem onu hakkıyla okuyan kitabı ilahi. Bu bihakkın kelimesi Kur’an’da o kadar söylenir ki hayret ne hayret…
Allah Resulü Kabe’yi fethetmiş, kabenin holünde bütün zalim Kureyş toplanmış elleri önlerinde başlara aşağıda. İnsanların en şefkatlisi bizim için ne düşünürsün? Dediler. Sahabeden bazıları “bunları öldürelim ya Resullallah, bunlar bize yıllarca ne kötülükler yaptılar” dedi. Resulullah “Kabeye ayıp olur“ dedi. “Diyetini veren versin veremeyen ise on kişiye okuma yazma öğretsin” dedi. İşte muallim-i ekber ve talim–i ekber.