Geçen gün komşu mağazada çalışan, çok değerli muttaki ve kadim dostumuz Arif kardeş uğradı bize. Risalelerin diline takılmış biraz. "Ben eski eserleri okuyorum, biraz da Arapça biliyorum, fakat risaleleri çok anlayamıyorum" diye dert yandı. İyi niyetli ve gayretli kardeşime mealen bazı şeyler hatırlattım ve 23. Söz'ü verdik. Evvela, Risale-i Nurları anlamak, Arapça bilmek ile ilgili değil ki aziz kardeşim. Risaleler, zaten Arapça değil, Türkçe. İstiklal Marşı'nın diline âşina olan ve de az anlamak gayreti gösteren herkes, kolayca risaleleri anlayabilir. Benim gibi tâ lise ikinci sınıfın başlarında, çocuk yaşlarda, daha dile de âşina değilken okuyup istifade ettiğimiz eserler, anlaşılmıyor damgası yememeli.
Böyle samimî, gayretli arkadaşlarda bir art niyet de olmadığına göre, Risale-i Nurları bir bahçe gibi görmelerini tavsiye ediyor bizzat Said Nursi. Nasıl ki bir bahçeye girildiğinde, biraz mütevazı takılıp alt dallardaki meyvelere razı oluyoruz. Öyle de bin yıldır birikmiş, dehşetli hücumlarla imanı yaralanmış ve görülmemiş yıkımlara maruz kalmış bir İslam cemiyetinin yaralarını, Kur'an'î ilaçlarla tedaviye çalışmak kolay mı? Bize düşen ya da bizden beklenen, Kur'an'ın bu asra bir dersi olan bu bahçeden, sabır ve gayretle istifade etmeye çalışmak olmalı değil midir? Önce az olan istifade, boyumuz uzadıkça artacağını tecrübeyle göreceğiz.Ya da şöyle diyelim. Risale-i Nurlar, bir bilgi yığını değil ki az anlayınca, okumayı lüzumsuz görelim. Belki her gün yaralanan ve gedik açılan itikat dünyamızın tamir ve takviye reçetesi. Her gün balyozlara hedef olan bir iman kalesini tamir etmek gibi. Bir duvarı örmek de diyebiliriz buna. Ne kadar okursak veya okuduğumuzu ne kadar anlarsak, bu iman kalesini o kadar daha takviye etmiş oluruz. Yani ne kadar anlarsak o kadar kârlıyız. Kârımızı artırmak için de elbette gayretli olmamız gerekiyor. Bizim bu eserlere olan ihtiyacımızı da bilmekle ilgili bir durum var elbette.
Ancak bu ihtiyacımızı anlamak da okuyarak bizzat görerek, satırlarda dolaşarak mümkün. Bal kavanozunu dışarıdan yalayarak balı anlamadığımız gibi, bu eserlerin de okunmadan değeri ve ona olan ihtiyaç anlaşılmaz. Bu âcizin eski evliya divanlarını da kısmen okumuşluğumuz var. Onların bu asrı kucaklamayışı, onların noksanlığından değil, bu asrın çocuğu olamamalarından. O divanlar, kendi asırlarına göre müdafaa ve muhafaza silahları, teknikleri, tercihleri geliştirmiş ve yüksek hizmetlerde bulunmuşlardır. Ama her asırda maddî silah gelişip değiştirildiği gibi, mânevî silahların da gelişip değişmesi gerekir. Eskiden fen ilimlerini okuyanlar hücum etmiyordu. İslam'a, imana hücum cehaletten kaynaklanıyordu. Onlar da usulüne göre izahlarla ya da kerametvâri şeylerle ikna olabiliyorlardı.
Fakat Kur'an'ın nurunu söndürmek isteyenler, geçen asrın başından itibaren başka ve çok da dessesâne metotları uygulamaya soktular. Halen de devam ediyorlar. Bunlara karşı yeni izah, özellikle ispat tarzları, tahkike dayalı ikna metodları gerekmez mi? Adam "Göster, inanayım." diyor. Bu işi bilim halledecek, diyor. Aslında tevhidin delili ve Allah'ın isim tecellilerinin izahı olan fen ilimlerini, inkâra medar yapıp firavunluğunu acip bir şekle ve inada çeviriyor. Eski divanlardan bunları ikna beklemek, onlara da bir haksızlık değil midir? Onun için eski divanları okumakla beraber, hem onların özetini veren hem de bu asrı kucaklayan risaleleri okumak zarureti var.Hülasa öyle bir izah ve ispat tarzı olmalı ki inkâra düşen birine, inkâra düştüğü aynı meselede hem tevhidin delilini ve yolunu göstermeli hem de bir mü'minin imanını takviye edebilmeliyiz.
Bütün bunlarla beraber, âcizane bunları dinlendirmenin yanında, risalelerden bir cümleyi, derslere, konuşmalara medar yapılan kısımları açıp okumak, yeni okuyan arkadaşları hem şevklendirir hem de istifadeye vesile olur, olabilir. Bu cümlelerden özellikle birini, istifadeye ve dikkatli okumaya sebep olur diye burada vermek istiyorum.
Kâinatta israfın, abesiyetin (lüzumsuz ve tesadüfi bir şeyin) faydasızlığın olmadığını anlatmak için, 15.Pencere ve 30. Lem'a'da geçen "Sâni-i Zülcelâl ism-i Hakîm'in muktezasıyla her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki israf, abesiyet, tesadüf ve faydasızlık fıtratta (yaratılışta) yoktur." Bunun ne demek olduğunu da devamındaki "Bütün kâinatın en esaslı düsturu, iktisattır." cümlesi ile veriyor.
Şimdi bu cümleler hem açık, hem de cümlelerde anlaşılmayacak bir kelime de yok. Sadece birisinde 'a' diğerinde de 'i' harfinin uzatmalı olduğu "hakim" kelimesine dikkat yetiyor. Burada, Allah'ın isim ve sıfatlarından her şeyi hikmetle, faydalı ve en güzel tanzim edip yaratan anlamında, "Hakîm" kelimesi kullanılmış.Zaten devamındaki "en hafif suret, en kısa yol" izahı da bunun böyle olduğunu anlatmak için seçilmiş.
Gerçekten bütün canlı ve cansızlarda en hafif suret ve en kısa yol takip edilmiş olduğunu gözle gördüğümüz gibi, bilim dünyası da incelemelerinde bunu ortaya koymuyor mu? Dünyadaki gelmiş geçmiş bütün tasarımcıları bir araya toplasak, "Bize şu maharet ve yaptıklarıyla bir insan veya bir kuş ya da sineklerden, mesela bal ve zehiri birbirine zarar vermeden aynı karında üreten bir arı modeli geliştirin." emri versek, bu ağır yükün altından kalkabilirler mi? Fazlası ya da eksiği olmadan, en hafif şekilde ve kısa yoldan, basit bir ottan aynı anda "et, süt, deri, kemik, boynuz, yün, gübre; her sene de kendini üreten bir koyun fabrikası" modeli çıkarabilirler mi? Bundan daha hafif ve en kısa yol olabilir mi? Aynı ve basit bir ottan, aynı anda sekiz mâmül madde üretecek, bundan daha kısa, daha kolay, daha hafif bir model ortaya çıkarabilirler mi? Hafif, çünkü fazla yer tutmayan bir cismi var. Kısa, çünkü bir ham maddenin sekiz madde üretiliyor.
On binlerce tadı alabilen, aynı anda konuşabilen bir dil modeli veya bu dilin yerleştirildiği ağız makinesini düşünelim. Birbirine benzemeyen yüzlerde yerleştirilen ağız, burun, kulak modelleri de en hafif olabilecek bir yapıda ve en kısa yolu bize gösteriyor. Tüm kâinatın el ele ve baş başa vererek ürettiği bir lokmayı ağzımıza, kollara hassas ölçülerle takılmış ellerimizle, yine en kısa yoldan götürdüğümüzde ise, aynı anda hem görüyor hem kokluyor ve hem de ağzımıza atabiliyoruz. Ağızdaki lokma en kısa yoldan mideye gidiyor, yine her biri, en az yirmi hatta dört yüz vazifeli cihazlarla vücuda en kolay ve kısa yoldan dağıtılıyor. Dünya, Güneş'in etrafında dönerken aynı dönüşle sene, mevsim, güne bizi çıkardığında, yine en kısa yolu takip ediyor. Ruzgâra yüklenen vazifelerinden tut, deniz ve okyanus kazanlarının hizmetleri de en kısa yoldan her şeyin insana hizmet için tanzim edildiğini gösteriyor.
Evet dostlar siz bir yere giderken en kısa yolu takip etmez misiniz? Ya da bir makine için, en az masrafla en verimli çalışmanın yolunu aramaz mısınız? İşte şu kâinatta her şeyi tanzim eden Hakîm de her şeyde "kısa yolu ve en hafif sureti ve en faydalı şekli" takip etmiştir. Bu Hakîm isminin de bir gereği değil midir?
Selam ve dua ile.