Müslüman çocuklara yeni konuşmaya başladıklarında, onların büyüklerinin (babalarının, annelerinin, babaannelerinin, anneannelerinin, amcalarının, dayılarının ve diğer büyüklerinin) şu soruyu sormalarına ve onlardan da o sorularına şu cevabı vermelerini beklemelerine çok rastlanır:
Soru: En çok kimi seviyorsun?
Cevap: Allah'ı.
Fakat, çocukları büyürken onlara bu soru ve onun cevabı üzerine eğitimin verilmesine büyükleri tarafından ekseriya dikkat, itina, gayret edilmez ve çocukları yeni konuşmaya başlarken onlara sorulan o soru ve onun cevabı aslında çok mühim olduğu ve ömür boyu o soruya ve onun cevabına uygun olarak yaşanması gerektiği halde, o soru ve onun cevabı sanki sadece "çocukluk konuşmalarıymış gibi", ekseriya mazide kalır ve unutulur, gider!.
İnsan en çok sevdiğine aslında en fazla öncelik vererek, en fazla onun hatırını sayar; en fazla onu memnun etmeye ve kendisini de en fazla ona sevdirmeye çalışır.
Ülkemizdeki bilhassa büyük şehirlerimizde çocukken kendilerine büyükleri tarafından en çok Allah'ı sevdiği söylettirilenlerin çoğunluğu ise, çocukluk yaşlarını geride bıraktıktan sonra Allah'ı en çok sevmeleri bir yana, Allah'ı sadece “sevmeyi” bile maalesef unuturlar. O'nu kendilerinden razı etmeye ve memnun etmeye ekseriya çalışmazlar. O’nun kendileri tarafından yapılmasını istediklerine ve yapılmamasını istediklerine ekseriya uymazlar. Ve, aslında sadece O’nun namına sevmeleri gereken "mecazî sevgili"leri ise, O’nu unutup "hakikî sevgili" yerine koyarak en çok sevip yaşarlar ve öyle ölürler!
* * *
Beş yaşında kadar gözüken küçük çocuk, etrafındaki kendi kendine sessizce bir şeyler okuyan büyüklerine sırayla göz gezdirdi. Sonra, bir an durgunlaştı ve aniden boşalıp:
“Ben niçin okuyamıyorum?” diye hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Büyükleri, şefkatle onu teskine çalıştılar.
Aslında ne kendisinin ne de büyüklerinin, bu mevzuda bir hatasından veya ihmalinden bahsedilemezdi. Genellikle çocuklar okuma-yazmayı, altı yaşını bitirdikten sonra kaydoldukları ilköğretim okulunun birinci sınıfındayken öğrenirlerdi. Okula gidememiş erkekler askerdeyken, kadınlar ise okuma-yazma kurslarında okur-yazar hale gelirlerdi. Fakat gene de, o küçük çocuğun, “Ben niçin okuyamıyorum?” diye hıçkırarak ağlaması, insana tesir ediyor ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Bir köy ilkokulu öğretmeni, talebelerini okumaya ve yazmaya alıştırmak için, “Bulduğunuz her yazıyı okuyun ve bulduğunuz her boş kağıdı yazıyla doldurun” tavsiyesini tekrarlarmış.
İslâmın ilk emrinin “Oku!” olduğunu bilenler çoktur. “Yaratan Rabb’inin adıyla (ve Rabb’in adına) oku.” (Alak Sûresi, 96/1). Bu âyette, “Neyi?” sorusunun cevabı olacak bir nesne bulunmadığından, O’nun rızasına uygun olan bütün okumaları da içine almaktadır. Bulduğu her yazılı kağıdı okumanın Allah’ın “Oku!” emrine dahil olduğunu söyleyebilmek ise, mümkün değildir. Ancak, bu tavsiyenin okuma-yazmaya karşı direnci kırmak ve köy çocuklarının bu mevzudaki atâletini gidermeye faydası olabilir.
Bütün mülk, tesir, fiil, Allah’a aittir. İnsanın elindeki ve onunla dünya hayatı boyunca imtihan olduğu tek şey, “Seçmek”tir (meyelânı ile, irade-i cüz’iyyesi ile). Her şeyi okumamalıdır! Okumak, akıl midesini doldurmaktır. Mideye her şey, rastgele doldurulmaz; seçim yapmak şarttır. Çünkü, doldurulan şeylerin akıl midesinde bazıları gıda olsa da; bazılarının zehir, bazılarının hazmı güç, bazılarının da obezite (şişmanlık) yapıcı olması ihtimali vardır.
İnsanın okumaya en fazla istek duyabileceği yazılı metin: “Sevgiliden gelen mektup”tur. Okuma biliniyorsa; bu mektup, kalp atışı hızlanarak, yudum yudum içer veya teneffüs eder gibi okunur, koklanır, öpülür, muhafaza edilir. Okumasını bilmeyen bir ana, sevgili oğlunun askerden veya uzak bir yerden gönderdiği mektubunu alınca ne kadar çok sevinir; eline alır, öper, koklar, satırları üzerinde göz gezdirir ve hemen onu kendisine okuyacak birini bulup, okunanları sevgi gözyaşlarıyla dinler. Sevdiklerinden gelen mektupları bizzat kendisi okuyabilmek için okuma kursuna giden yaşlı analar da çoktur.
“Evet, mevcûdatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, Bâki-i Hakikî’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işarâtı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esmâ-i hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Üçüncü Lem’a)
Düşünecek olursak, Allah’ın mâsivâsını (O’nun haricindekileri); Allah’ın hüsün, kemâl ve ihsanının “gölgelerinin gölgesi”, mecazî ve çok küçük tecellîleri için sevip, o muhabbet sebebi sıfatların asıllarına en yüksek derecede sahip olan Allah’ı sevmekteki ihmalkârlık ve O “Hakikî Sevgili”nin bize gönderdiği uzun mektubu olan Kur’an’a karşı alâkasızlık; ne kadar tezat, haksızlık, vefasızlık, katı kalplilik ve yabanîlik değil midir?
Bugün Kur’an okudunuz mu?