İlk okuduğum gençlik günlerimden bugüne, okudukça veya hatırladıkça beni sürekli sarsan bir bahistir Meyve Risalesi’nin “Üçüncü Mesele”si. Hele ki bu bahsin girişinde anlatılan olay, bizde olan ile olması gereken arasındaki mesafeyi hissettirip, içimde bir hicran biriktirir.
Bu bahis dahil, ilgili risalenin tamamı 1943-44’te Denizli Hapishanesinin bir meyvesidir. Girdiği her hapisten o hapiste yazdığı bir risaleyle çıkan Bediüzzaman Said Nursî, 1935-36 Eskişehir hapsinden “Esmâ-i Sitte” Risalesi ile, 1948-49 Afyon hapsinden “Elhüccetüzzehrâ” Risalesi ile çıktığı gibi, Denizli hapsinden de bu risaleyle çıkmıştır işte. Ve bu risalenin “Üçüncü Mesele”si, bir önceki hapiste, yani Eskişehir Hapishanesinde o tarihten sekiz sene önce yaşanan bir olayın hatırasıyla başlar:
“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”
Kendisi haksız ve hukuksuz bir şekilde hapse atılmışken, dışarıda neşeyle danseden o gençlerin o vakit o şartlarda kendilerine öğretilen, daha doğrusu eğitim-öğretim perdesi altında dayatılan zihniyet ve yaşayış ile hayatlarına devam ettikleri takdirde, elli-altmış sene sonra bu dünyada ve de kabrin öte tarafında yaşayacakları üzerine düşünüp onların derdiyle dertlenmiştir Bediüzzaman. Devamında gelen paragraflar, işte bu müşahede ve muhasebe dahilinde gelişen bir iman-küfür muvazenesi, bir hidayet-dalâlet mukayesesi içerir. İlgili bahis, bu muhtevasıyla bir bütün olarak çok değerlidir; ama başlangıç paragrafı, bütün bu muvazene, mukayese, muhakeme, muhasebelerin hepsinden önce içimizde taşımamız gereken ve belki hepsini de gerçekten değerli, tesirli, işe yarar kılan bir büyük değerin habercisi gibidir.
Eskişehir Hapishanesi’nin penceresinde mazlumen mahpus bir ihtiyar âlim, bir resmî bayram gününün şenliğinde danseden genç kızları gördüğünde, kalbinin aynası gözleri, o manzaraya hevesle bakmadığı gibi, nefret, öfke ve hiddetle de bakmamıştır. Bilakis, o manzarada elli-altmış sene sonrasının gerçeğini de gördüğünden, o gözler yaşarmış, yaş döken gözlere başka azalar da refakat etmiş, neticede o ihtiyar âlim o manzara karşısında hıçkırıklarla ağlamıştır. Öyle ki, ağladığını ‘görmek’ten öte ‘işiten’ arkadaşları gelip meselenin ne olduğunu sormuşlar, “Beni kendi halime bırakınız, gidiniz” cevabını alarak yanından ayrılmışlardır.
İlk kez, onbeş yaşında lise öğrencisi bir genç iken okuduğum bu satırlar, bir genç olarak o gün beni etkilediği gibi, yirmili, otuzlu, kırklı ve şimdi ellili yıllarında yine etkiler, yeniden etkiler ve dahası yeni etkiler bırakır üzerimde.
Ama en çok da, ne zaman bu bahsi okusam, işitsem yahut hatırlasam, benzer manzaralara şahit olduğumuzda vermeye alışık veya yatkın olunan tepkiler ile Bediüzzaman’ın bu müşahedesi arasındaki büyük farklılık yüreğimde bir hicran biriktirir hep.
O, böyle bir manzaraya şahit olan ilk kişi olmadığı gibi, tek kişi de değildir. Öncesinde, o gün, sonrasında, bugün; benzer manzaralar, sadece bir resmî bayram günü değil, yılın her günü çıkmaktadır karşımıza. Bu manzaralar karşısında verilen tepkiler ise, en ehveni yüzünü başka tarafa çevirmekle başlayan bir kayıtsızlık olmak üzere, böyle bir manzara karşısında öfke-hiddet-nefret biriktirmek, daha da acısı hevesle ve iştihayla manzarayı seyretmek arasında seyreder durur.
Manzara hep vardır da, bu manzara karşısında ağlayış yoktur, gözyaşı yoktur, hıçkırık yoktur. Ya hevesle, ya nefretle bakar gözler; ya kayıtsız kalır yahut kızarak söylenir diller; ötesi yoktur.
Gönül gözü, gönül dili değildir çünkü dindarlığımızın rengini, şeklini, ruhunu belirleyen. Sevgi, şefkat, merhamet, hikmet ile yoğrulur halde değildir ruh halimiz.
Biz vardır, onlar vardır; biz iyiyizdir, onlar kötüdür; bakın yine bu ne haldir, bu ne rezilliktir; onlar işte böyledir, onlar hep böyledir…
Yargılar, önyargılar, analizler, psikanalizler hepsi vardır da, sevgi-şefkat-merhametin sevkiyle elli-altmış sene sonrasını ve kabrin öte tarafını düşünerek o hale acımak, acınacak o hal için ağlamak yoktur.
Hele ki siyaset de müdahil olmuşsa ruh halimize, karşı tarafa yerleştirmekten, değişmesi teklif dahi olunamaz bu taraf-o taraf ayrıştırmaları yapmaktan, dahası bu taraftaki duruşumuzu tahkim için öfkemizi güçlendirecek malzeme toplamaktan, bu yolda işgören fotoğraf kareleri biriktirmekten öteye gitmez uğraşlarımız.
Sahi, en son ne zaman başkalarının istikbali için ağladık?
En son ne zaman, şu halde devam edecek olsa kabrin öte tarafında hüsran sebebi olacak gibi gözüken bir hayat yürüyüşü için gözyaşı döktük; gözyaşları içinde, Rabbimizden iman, hidayet, istikamet diledik?
Ya keskin bir ötekileştirme, yahut ‘iman’a değil ‘biz’e çağıran soğuk bir davet dili… Çokça öfke, çokça hınç, çokça hiddet ve hatta nefret. Ama sevgisizlik. Peki ya şefkat? Merhamet?
Görelim artık. Lâfzen ve şeklen dilimiz dine davet ediyor olsa dahi, din dilimiz sevgisiz ve şefkatsiz. Gönül gözüyle bakamadığımız gibi, gönül diliyle konuşmayı da başaramıyoruz.
Bir muhasebeye ihtiyacı var dindarlığımızın, tebliğ üslubumuzun, temsil usulümüzün, davet tarzımızın.
Bu soru, muhasebe için bir başlangıç olabilir: En son ne zaman ağladık?
En son ne zaman; başkası için, bir genç için, bir gencin imanının selameti için?