Risale Haber-Haber Merkezi
Yazar Sadık Yalsızuçanlar, eserlerine bir yenisini daha ekledi. Yazarın Ağustos başında Timaş Yayınları’ndan çıkacak olan yeni romanı, Bediüzzaman hazretlerini konu alıyor. Dem adını taşıyan romanda Yalsızuçanlar, çocukluk ve ilkgençlik yıllarını, o dönem Malatya ve Hatay-Dörtyol’unu, Risale-i Nur eserlerini tanıyışını, ilk okumalarında yaşadıklarını, Bediüzzaman hazretlerinin eserlerini, hayatını ve tefekkür-irfan dünyasını çarpıcı bir üslupla yansıtıyor.
Ağustos ayında çıkacak olan kitap www.merakkitap.com'da da satışa sunulacak.
İşte romandan birkaç bölüm :
1.
Roman deyince hep biz acele ettik kışta geldik, siz cennete asa bir baharda geleceksiniz canlanıyor gözümde.
Elinde çiçeklerle bir sürü rengarenk çocuk dua ediyor.
Buna benzer bir rüya gördüm dün gece.
Büyük teyzemin kınası yakılıyor. Yüksek eyvanlarda bülbüller öter’i söyleyerek dönüyor kızlar. Pöççü, az sonra çekilecek halay için ısınıyor. Ananemin başındaki küllüke bakıyorum. Sahte liralar mum ışığında parlıyor. Şıngır şıngır. Her zamanki gibi üç etek giymiş, beline sardığı kırmızı, sarı, yeşil, pembe şalı, nakışlı çorabı ile bahar gibi görünüyor. Kalın Çırmıhtı peştemalına terini siliyor. Yazmaya koyduğu madeni parayı sarıyor, önce sağ eline yakıyorlar kınayı. Sonra diğer eline. Yerde bakır bir kapta, oğlan evine gönderilmek üzere ayrılmış bir parça kına. Dışarıda gelincik hazırlanmış. Şavrole 57. Kız gibi süslenmiş.
‘Gelinin kınasın al eylemişler/gözünün sürmesin bol eylemişler…’ Boğazlar düüm düğüm. ‘Seni bir yiğide mal eylemişler…’ deyince gözler iki çeşme…
Gri gözlerinle bakıyorsun sen, kimbilir o akşam neredesin?
Isparta, Emirdağ, Barla, hangi dağın doruğunda, hangi ağacın kovuğundasın?
Hangi makamdasın, nasıl bir halvettesin, nice bir yalnızlıktasın?
Bu sözü ne zaman, nasıl söyledin, baktığın yerden ne görünüyordu? Hangi tecelliler oldu, perdeler aralandı, neyi gördün?
Bizler acele ettik kışta geldik, sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz…
Bugünleri mi müjdeliyordun? İkibinsekizin bu bahar günlerini. Cennete benzettiğin bu günlerden bakıyorum sana. O günler ben çocuktum, ağırlığımla suya dalmamıştım henüz…Olup bitenlere bakıyordum sadece, hayretteydim. Neler oluyor, anlamıyordum.
Senin sözün güzel bir akşam gibi dokunuyor şimdi. O zaman ne senin, ne sözlerinin farkında değildim. Seni tanımıyordum. Oysa bir saat aralıksız çalışıyordu, zaman geçiyordu, ellerin koku dağıtıyordu, nasıl bir koku?
2.
Ben sadece annemle değil, ananem, babaannem, kardeşlerim, teyzelerim, dayılarım, halalarımla büyüdüm. Annem beni hiç terk etmedi efendim.
Sen öyle değilsin. Senin öykünü okuyunca içim parçalanıyor. Yaşam hikayeni ağlayarak okumuştum. Otuz yıl olmuş. Hiçbir kitap beni o kadar çok üzmemişti. Kaç devir gördün…Yaşamındayken eleştirdiğin, sonradan ‘mazlum sultan’ dediğin Abdulhamit dönemi, Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok partili dönem…İhtilali görmedin. Bir kezinde Menderes seni üzmüştü, ‘benden kısa bir süre sonra tepetaklak gidecekler, bunlar kendilerini ne sanıyorlar?’ demiştin. Cumhuriyet yeni ilan edilmişti. Meclis’in açılışına davetliydin. Ankara garında seni mebuslar karşıladı. Hacı Bayram’da mı kalmıştın o zaman efendim? Birkaç günlüğüne Ayaş’a, Bünyamin Ayaşi hazretlerine gittiğini söylemişti bir dostum, doğru mu? Ankara’da bir süre kaldın. Meclis’te görüşmeler yaptın.
Şimdi Mecliste, bir odada, yöneticilerle, mebuslarla birliktesin. O kadar canlı anlatıyorsun ki, görür gibiyim. Paşa, ‘İstanbul’u ve dünya ahvalini bildiğini’ söylüyor, memleketin terakkisi için senden çaba göstermeni ve dua etmeni istiyor. Sen, ‘memlekete hizmet edenlerin duası kabul olur, vatan için çalışanların çabası boşa çıkmaz, biz de dua ederiz’ diyorsun. Paşa, size, ‘hocam’ diyor, ‘bizim gayemizi biliyor musunuz?’. ‘Biliyorum’ diyorsun, ‘işgalcilerden vatanı temizlediniz, gayeniz bu idi, ama iş bundan sonra başlıyor. Yeni bir bina inşa edeceksiniz. Temelinin adalet olması şarttır. Siz, adalet üzere olursanız Allah sizi muvaffak eder.’ Emeği geçenleri kutluyorsun. Kürsüye çağrılıyorsun. ‘Sizin’ diyorsun, ‘İstiklâl Harbindeki muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden, sizi can ü dilden seven halk, inançlıdır. Ve özellikle avam tabakasıdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever, tutar ve size minnettardır, fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz de, Kuran’ın buyruklarına uymalısınız. Yoksa, İslâmiyetten uzaklaşan bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitlerini, Müslüman halka tercih ederseniz küstürürsünüz ve başka yere yönelmelerine yol açarsınız…’
Paşa, üç yüz lira maaşla Şark umumi vaizliği ve mebusluk öneriyor. Kabul etmiyorsun. Sonra, merkezi Van’da, şubeleri, Diyarbakır, Siirt, Mardin gibi illerde bir üniversite açılsın istiyorsun. Namazı terk etmemelerini öğütlüyorsun. Paşa sinirleniyor, ‘sizi, muzafferiyetimizi kutlayıp, bize manevi destek veresiniz diye çağırdık; siz geldiniz namazın öneminden bahsediyorsunuz’ diye çıkışıyor. İşaret parmağını yüzüne doğrultarak, ‘paşa paşa! Kainatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur…’ diyorsun. Paşa çok öfkeleniyor. Milletvekillerinin ısrarına rağmen Ankara’dan ayrılıyorsun.
Bir fırtına arefesi…Hissediyorsun. Dağa çekiliyorsun. Tufan kopuyor. Birkaç yıl içinde nice yapılar yıkılıyor, yerle bir oluyor, fidanlar kırılıyor, darağaçları kuruluyor, mazlum bedenler sallandırılıyor. Kasırga seni boğmuyor. Fakat seni de gelip buluyorlar. Sürgünler, tutukevlerinde geçen çileli günler başlıyor.
Yaşamını ilk okuduğumda bana en çok anneni ve kardeşlerini yıllardır görmediğinden söz ettiğin mektup dokunmuştu. Şöyle diyordun : ‘Dokuz yaşımdan beri şefkatli annemi görmediğimden, sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten yoksun kaldım. Kız kardeşlerim annemden birkaç yıl sonra ölmüştü. Onbeş yaşımdan beri dünyanın çok zevkli ve lezzetli olan kardeş sohbetinden de mahrum oldum. Diğer üç kardeşimden ikisini elli yıldır görmüyordum. Sonra Allah, nefsime merhamet ederek bu nurları bağışladı. Onlardaki huzur beni teselli etti. Bugün hakikatin hizmetinde bulunan manevi çocuklarımla seyahat ettiğim zaman, ruhuma bağışlanan bu huzurun değil bana, yeryüzündeki bütün insanlara yetecek kadar çok olduğunu görüyorum. Evlenmediğimden, dünyada çocuklarım da olmadı. Bu yüzden çocuklara karşı duyulan şefkat hissinden de yoksun olmakla beraber, bu eksikliği hissetmiyordum. Rabbim onların yerine bana, çok sayıda yoldaş ve öğrenci bağışladı.’
Annesiz çocuklara oldu bitti dayanamam. Babam öldüğünde kırkiki yaşındaydım. Yetimlik hissi çökmüştü üzerime. Annem babamdan dört yıl sonra göçtü. Hem yetimlik hem öksüzlük bu kez…Senin efendim gözbebeğin, yeğenin Abdurrahman ölünce nasıl yanmıştın. Onunla da yıllarca görüşemedin. Bir odaya hapsetmişlerdi. Özgürlüğüne ne kadar düşkündün oysa. Diyordun ya, bana ne hakla kanunlarınızı uygulamaya kalkıyorsunuz? Sıradan vatandaşlık haklarından beni yoksun bıraktınız. Şimdi gelmiş, başımdaki sarıkla uğraşıyorsunuz, bana zorla şapka giydirmeye kalkıyorsunuz. Beni aşağıladınız. Hürriyetlerimin tümünü elimden aldınız. Ya tutukladınız veya göz hapsinde, zorunlu ikamette, yirmidört saat izlediniz, gözlediniz, baskı altında tuttunuz. Hem vatandaşlık haklarımı gasbediyorsunuz hem de neden kanunlarımıza uymuyorsun diye cezalandırmaya çalışıyorsunuz.
Onların anneleri babaları, yeğenleri yok muydu efendim? Onlar nasıl bu kadar merhametsiz olabiliyorlardı?
Sana neden bu kadar acı veriyorlardı?
3.
Sarhoş bir gemi gibiyim seni anlatırken efendim.
Seni okuduğumda hep böyle oluyor.
Dalgalar, tayfalar, taşıdığım insanlar ve yükler hiç umurumda değil.
Gözüm, gündüzleri dalgaların bıraktığı köpüklerde ve denizin derinliklerinde, geceleri ise her biri büyük bir ruhun yuvası olan yıldızlarda.
Kendi yıldızım hangisi hala bilmiyorum.
Bir yıldızım olduğundan da emin değilim.
4.
Seyreyle güzel kudret-i Mevlam neler eyler…Ananem Avlarlı’nın nefesini dilinden düşürmezdi. En çok da ‘hem yüzleri dost özleri düşmandan usandım’ dizesine bayılırdı. Vefasızlıktan çok canı yandığı belliydi.
Hulusi beye mektubunda söz ediyordun.
Yeğenin Halil Naci’nin başına gelenlere çok üzülmüştün. Dünyanın geçici ve değersiz halleri karşısında telaş etmemeli, diyordun. Alvarlı, Küfrevi’nin gözbebeğiydi.
Ne dünyadan kazandığınıza sevinin ne yitirdiğinize üzülün…Bunu anlayamıyorum.
Bir kez olsun tadabilecek miyim bu hali? Boş derinlikler değil bunlar…Bunların sözü edilmez. Söz zihne özgüdür, kelam gönüle mahsustur. Kelam söylenmeyendir. Söylenince de mayalayandır. Sen bu sözü nereden söylüyorsun? Çamdağı’nda, yük katlı bir irtifada, zirvede misin? Yüz kat nedir? Oradan bakınca burası nasıl görünüyor? Neler görüyorsun? Nasıl üzülme ve sevinç olmaz? Çocukluk anılarıma indikçe nasıl acı çekiyorum bilemezsin? Beni bu acılardan kurtaracak mısın?
Yüz katlı bir yükseklikte, yüzüncü makamdasın. Çamdağı’nda sessiz, kimsesiz, sadece O’nunla mısın? Mecazlara emanet edilmiş bir yer değil orası. Söz de değil ses de. Bir hal, bir melaldesin, hissediyorum. Seni yıllar sonra tanımaya başladığımda, derin acıların dilsiz olduğunu fark ettim.
5.
Şimdi o gecenin hatırasını okuyorum.
Bir gece, Barla’nın yüksek dağındaki bir katran ağacının kovuğunda otururken, göğün yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne bakıyorsun…Dünya seması burası. Yerdeyiz, arzda yaşıyoruz ama göklerle çevriliyiz…risalelerini okurken gökler yere iniyor, kelimelere bürünüyor…bizi göğe çıkarıyorsun, kelimelerine tutununca yüceliyoruz efendim…hakikat göğü burası…kainat kitabının en ışıltılı sayfası…sayısız kelime var içinde…sonsuz harfler…iki yıldızla ilgilisin…belirip belirip kayboluyorlar…adları hunnes ve kunnes…iki kardeş gibiler…ne ilginç isimleri var…anlamını bilmiyorum efendim… hunnes, hânis'in; künnes de kânis'in çoğulu evladım...kânis, süpüren mânasınadır, genellikle akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir…öyle mi…bilmiyordum…bazılarınca gündüz kaybolur, gece beliren yıldızlardır…ama yıldızlar zaten gündüz görünmez ki…yedi gezegen için de hunnes künnes tabiri kullanılır…aaa bu da ilginç…yedi büyük bilge yani…arzı tutan sütunlar…dünyanın direkleri…ama iki yıldızdan söz ediyorsunuz…sultanımızın gözbebeği hasan’la hüseyin olmasınlar…andolsun gizlenen ve açığa çıkan yıldızlara…yemin onlar üzerine…ondaki sırrı mı görüyorsun…göğün ve sözün sırları saçılıyor…gizleniyor ve açığa çıkıyorlar…geziyorlar…gönüllerimizde dolaşıyorlar…bizim de gözbebeğimiz onlar…onların ismi anılınca elimizi kalbimize koyuyoruz efendim…iki büklüm eğiliyoruz…adem’e selam secdesi yapan melekler gibiyiz…göğün kumandanı olan güneşin dairesinden çıkıyor, sabit yıldızların dairesine girerek, büyüleyici nakışları ve sanatları gösteriyorlar…seni okuyana değin kimbilik kaç gece göğe bakmıştım ama bu sırdan habersizdim efendim…yazın damda yattığımız geceleri hatırladım…dedemin damında çok uyurduk böyle…kardeşlerimle yıldızları seyrederdik…ne kadar çok hayal kurardım…yıldızlardan birini gözüme kestirir uzun süre bakardım…baktıkça büyürdü…yıldızdan başka bir şey görmez olurdum…gözlerimi doldururdu…içine girerdim…baktıkça içinde kaybolurdum…dizi dizi yıldızlar vardı…isimlerini bilmiyordum…bazen kardeşimle isim verirdik…kimileyin kendileri gibi ışık saçan gök cisimlerine yanaşıyor ve göz kamaştırıyorlar…bazen de küçük yıldızların yuvalarına girip, beni şaşırtıyorlar…ne kadar haklısın efendim…özellikle yaz mevsiminde, akşam karanlığı yeryüzünü örter örtmez, ufukta, ilkin zühre yıldızı, şafak sökümüne yakın, onun yoldaşı doğuyor ve seyrine doyum olmuyor…sanırım sen hakikatin göğünü seyrediyorsun…onu bir kitap, kitabın bir sayfası gibi görüyor ve okuyorsun…ne çok dil biliyorsun…velayetin bütün dillerine aşinasın…bu yüzden mi kendine tercüman diyorsun…bize sırları tercüme ediyorsun…nakış dokuyan mekikler gibi gezintilerini bitirdikten sonra da sultanları olan güneşin aydınlığında yitip gidiyorlar…ah bu iki yıldız…hele onlar…hasan ile Hüseyin efendilerimiz yani…ali ile osman veya ömer ile ebubekir efendimiz…belki de ali efendimizle fatıma annemiz…ne dersiniz…sen bazen onları geylani ve nakşibendi olarak da görüyorsundur…rıfai ile şazeli…ebuzer ile veysel karani…belki yunus emre belki yesevi…şeyh hamid-i veli belki belki ibn Arabi…onlar göğümüzün yıldızları diyorsun ya efendim…hani şeyh-i ekber için İslami ilimlerin mucizesi…irfan göğümüzün yıldızı diyorsun ya…yerde iken arşı seyreder diyorsun ya geylani için…bize sanırım sırların çok azını söylüyorsun…kimbilir bu iki yıldız, atlas gök denizinde sürekli geziyor…çocukken gündüz yere uzanır göğün sonsuz maviliğine bakardım…göğün deniz olduğunu düşünürdüm…şimdi o dağ doruğunda oturduğun ağaç dalından göğe bakıyorsun…sanki yıllar önce gece bakmamışsın hala bakıyorsun…baktıkça çoğalan irili ufaklı yıldızların kimisi dünyadan yüzlerce kez büyük, kimisi dünya kadar, kimisi dünyanın çevresinden binlerce kez daha çok uzakta...böyle değil mi efendim…yıldızların birbirine benziyor ama bazıları daha büyük…nuru daha çok…hali farklı…makamı değişik…mekaneti muhtelif değil mi efendim…belki bize çok uzaklar ama onlara hayranlıkla ve uzun süre bakınca yani gözlerimiz hep onlarda olunca yakınlaşıyorlar…yanıp yanıp sönüyorlar…birbirine çarpmadan, görkemini yitirmeden geziniyorlar…ama sanki duruyorlar…hareketlerini algılayamıyoruz…allah’ın cezbesine tutulmuş Mevlevi dervişleri gibi dönüyorlar…onlara bakınca, Sen’in büyüklüğünü gördüm diyorsun efendim...kime söylüyorsun…büyüklük o’na özgüdür değil mi efendim…sonra aya bakıyorsun…aya bakınca yıldızların ondan yapıldığını sanırdık…damda kardeşimle göğü seyrederken hep bunu düşünürdük…ay inceldiğinde bir kezinde anneme sormuştuk, öyle demişti…aya bakınca kalbimiz küt küt atıyor…ay efendimizdir değil mi efendim…onun için de menziller belirlendi…kurumuş ince yay halini alıncaya kadar incelir…ay ne kadar incelikli…ne kadar zarif değil mi efendim…ayşe annemizden su istiyor…önce ona ikram ediyor…annemizin dudaklarının değdiği yere denk getirerek kendisi içiyor…hiç incinmiyor…hiç incitmiyor değil mi efendim…ay nurdur derdi ananem…ayın gerçekten nur olduğunu sizden öğrendim efendim…sonra aya baktım…dünyayla ve güneşle ilişkisini düşündüm…dünya belki de sensin efendim…dünyayı sen temsil ediyorsun…senin dünyan ne kadar saf, mücella bir ayna gibisin…inci, yakut, zümrüt gibisin…çiğ damlasına benziyorsun…gülün yaprağına bu sabah damlamış gibisin…gül kokuyorsun…bu koku sultanımızdan mıdır efendim…sen onun dünyadaki yankısı mısın…güneş kimdir peki…onun sırrını verecek misin…ay dönüyor ve ışıyor…ona bakınca yüzümüz ışıyor…içimiz aydınlanıyor…güneş öncesiz ve sonrasız olan mıdır efendim…ay nurunu ondan mı alıyor….onun buyruğundan çıkmıyor mu…onun yörüngesinde mi…göz ne şaşıyor ne başka bir şeye mi bakıyor…hiçbir şey ona ağır gelmez mi…onu çekip çevirenin gücü her şeye yeter mi…o, kendi nurundan mı yarattı…ona övülmüş olan anlamında bir insan ol mu dedi…o nur suritende bir insan mı oldu…dile gelerek, allah’tan başka ilah yoktur mu dedi…allah’ın yarattığı ilk kelime bu mudur efendim…aya bakınca onun da dünya gibi bir haritaya benzediğini düşünürdüm çocukken…ama nurdan bir harita…özellikle mayıs ayının sonlarına doğru Süreyya menziline girerdi…hurma ağacının eğilmiş, beyaz bir dalı gibi olurdu…Süreyya sanki bir salkımdı…o, salkımın bir parçasıydı…sanki gökyüzü yeşil bir perde idi…perdenin gerisinde görkemli bir ağaç vardı…hilal, perdeyi delerek sarkmış bir dalın ucu gibi görünüyordu…seninle aynı göğe bakmışız… ben çocukken malatya’da, dedemlerin damında…sen barla’da sürgündeyken dağın doruğunda…Sonra yeryüzüne mi baktın efendim…yani kendine…nasıl bir aynadan baktın…yoksa ayna sen miydin…peki insan kendine nasıl bakabilir…bakınca her şeyin içini nasıl görebiliyorsun…dünyayı uzay boşluğunda hızla seyreden bir gemi gibi mi gördün…bineğe binildiğinde okunması adet olan, ‘bunu hizmetimize veren, her türlü kusurdan beridir. Yoksa bizim buna gücümüz yetmezdi’ ayetini mi okudun...okuyunca dünya, sinema karelerini gösteren bir sinema makinasına mı dönüştü…gök hareketlendi…yıldızlar sürüklendi mi…öylesine güzel ve seyrine doyulmaz görüntüler mi belirdi…sarhoş mu oldun…seni kendinden geçiren o manzarayı çocukken ben de görürdüm efendim…ben de senin gibi kendimden geçerdim…başım dönerdi…bu güzelliğe nasıl dayanılır derdim…
Senin kelimelerin beni sarhoş ediyor.
Biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı diyor ya şair, böylesi bir sarhoşluk benimkisi.
6.
İnanma ki şair sözü yalandır derler.
Ben bu şaire fena halde inanıyorum.
Yalnızca senin gözlerin, ey sonsuz
Senin bakışın seyretsin beni
7.
Yanında hiç kedi eksik olmazdı efendim. Ne zaman sana dair bir şey okumak için bir kitap açsam, mutlaka bir hatırana rastlıyorum. Onları yedirir içirirdin. Dünya sofrasından payına düşenin, onlar sayesinde bağışlandığını düşünürdün.
Bir gün yüzü siyah benekli kedine uzun uzun bakarak, ‘bu vazifesizmiş gibi görünen canlılara nasıl mübarek denebiliyor?’ diye fısıldadın. Az sonra duvara yasladığın omzuna çıkarak kulağına ağzını dayayıp, ‘ya Rahim ya Rahim ya Rahim’ diye mırıldandı.
Duyuyor musunuz, diye sordun öğrencilerine.
İçlerinden biri, ‘efendim’ dedi, ‘bizim kedi sadece mırr mırr ediyor…’
‘Onu helal rızıkla beslersen, ya Rahim dediğini duyarsın’ dedin.
Kediler seni seviyor, sokuluyor, okşanınca daha da yakınlaşıyorlardı. Ama senden bir bağış alınca sanki aranızda yakınlık yokmuş, sana şükran duymuyormuş gibi davranıyorlardı.
Neden efendim?
Kendisine asıl nimet vereni biliyorlar. Kedinin mırmırları şükre işarettir. Asıl manası Ya Rahimdir…Evet, kedinin hazin mırmırlarını dinlesen, "Yâ Rahîm, yâ Rahîm" çektiklerini anlarsın.
Hayvanların zikrini duyuyorsun efendim.
Ağaçların, taşların seslerini dinliyorsun. Onların dilinden anlıyorsun.
Onları kendi varlığından bir parça gibi görüyorsun.
Ben bunları öğrendikçe üzülüyorum. Ne kendime ne dostlarıma iyi davranabiliyorum.
8.
Bütün bunlar bana çok ağır geliyor. Bunları anlatmak istemiyorum. Hatırladıkça ağırlaşıyor. Taşıyamıyorum. Efendim, elindeki tılsımdan biraz lütfetsen…Bu muammaları çözemiyorum. Neden istemeden kendime ve başkalarına bu kadar acı verdiğimi anlamama yardım etsen. Dev-Genç’i terk edip Menzil’e bağlanan ağbim sürekli, ‘nefis oğlum’ derdi, ‘nefsine uyarsan böyle olur…Rabbine uyacaksın, hepsi bu, formül hazır.’
Oysa ben nefis nedir bilmiyorum ki efendim. Allah’ın insandaki en büyük oyunu nefistir, diyorlar, ben bunu da anlayamıyorum. Nefis kimdir, neden bize bunları yapar, ona uymamak için neler yapmak gerekir, bilmiyorum.
Bunca yıldır seni okuyorum ama bir şey anlayabildiğimi söyleyemem. Senin sözlerini anlamak o sözlerin gerisindeki deneyimleri tatmaktır sanırım. Ama onları hiç tatmadım ki.
Sadece olup bitenlere bakıyor, bir şey göremiyor, acı çekiyorum. Gözlerim perdeli görüyorsun. Bu perdeler bir aralansa…geride ne var bir görünse…bir açılsa…bir cilvelense…bir görsem…bir anlasam…bir bilsem…bir tatsam efendim…bir tadabilsem…o huzuru bir nebze tadabilsem…nedir o …bilmiyorum efendim hiçbir şey bilmiyorum…iman nurdur diyorsun...nur nedir ki…tılsımdan söz ediyorsun…muammadan…Allah diyorsun bu alemde her şeyi birbirine bağlamıştır…şeyler arasında görünür görünmez bağlar vardır…o bağlardan birkaçını gördüm…biliyorum efendim…birazcık tattım onları ama her şey nasıl her şeyle bağlanmıştır…neden ömürleri kısa…niçin ölüyorlar...kendilerini kısa bir süre gösterip neden o sonsuz belirsizliğe gidiyorlar…bunun hikmeti nedir…hikmet nedir…geriye dönüp bakıyorum, şimdi, kırk yedi yaşımda…odamdayım…bilgisayar başındayım her zamanki gibi…kızım bir kezinde, babam yazardır, ne zaman görsem bilgisayarın başındadır, demişti…bir pencerem var efendim, küçük, dar bir pencere…sadece kayısı ağacının dalları yaprakları görünüyor…onlar da üç ay önce yoktular…kupkuru idi dalları…ona bakınca soğuk bir şey görüyordum…ayrılık gibi…dedemin teneşirdeki ölüsü gibi…cansızdılar…şimdi yeşiller…ter ü tazeler…ama biliyorum onlar da gidecekler…onlara bakınca bir tören, bir şölen hazırlanmış sanıyorum…senden öğrendim bunları…bu kelimeler sana ait…sana ait olan bir şey belirince benim kelimelerim sönükleşiyor…solgunlar…ölü gibiler…bakıyorum ağaçlara, çiçeklere bakıyorum…taşlara…araçlara…yollara…binalara…bahçeli bir evdeyim şimdi efendim…bahçedeki otlara, çiçeklere, çiğdemlere, kekiklere, soğanlara, nanelere bakıyorum…kayısı, dut, erik ağaçlarına…çocukluğumdaki ağaçlar gibiler ama onlara baktığımda bambaşka şeyler görüyorum…eski göz değil…eski ben değilim efendim…çok değiştim…çok kirlendim…çok yoruldum…çok dağıldım…parçalandım…gözlerim artık eski renkleri görmüyor…eski kokuları duyamıyorum…ama buyurduğun gibi sanki bir törene hazırlanmış, bir şölene, bir sergiye çıkacakmış gibi süslenerek gelmişler…oysa kimisi birkaç günde hatta birkaç saatte görünüp kayboluyor…bu neden böyle oluyor…böyle kısa bir zamanda görünmelerindeki amaç nedir…neden ölüyorlar…niçin ayrıldık biz efendim…onu çok seviyordum oysa…onu çok üzdüm…onu üzdükçe kendi canımı yaktım…sen Barla’da, karakolun karşısındaki evinizdesin şimdi…önündeki ağaçta ne çok hatıran var…yıllar sonra orayı ziyaret ettiğinde öğrencilerinden izin isteyip bir vakit içerde yalnız kaldın…hani geceleri hiç uyumadığın, sürekli kullukta bulunduğun, zikrettiğin, yakardığın, seccadende dizüstü iki büklüm kendini aradan çıkararak sabahlara değin ağladığın odada…öğrencilerin ağladığını işittiler…içeri giremediler…sonra çıktın…evin önündeki çınar ağacına gittin…orada ne çok anın vardı…ağacın dev gövdesine gözeneklerine...kabuklarına…dallarına…yapraklarına sinmiş ne çok sesin vardı…ne kadar çok rikkatine dokunmuştu…onlarla birlikte ne çok zikretmiştin…senden bir gün olsun incinmemişlerdi…seni ne kadar çok seviyorlardı…sana bu rahmet çok gelmiyor mu…sen aşkın rahmetiyle yıkanmıştın…sonra Allah’ın bağışı erişti ve canlıların dünya denilen bu dersaneye gelmesinin bir sırrını keşfettin…keşif açılma mıdır efendim…açılan ne idi…her şeyi bir mektup gibi gördün…bir harf, bir kelime, bir cümle gibi…bir kitap gibi…görünüyorlardı, kendi sırlarını açıyor, kendilerini okutuyorlardı…ilahi bir şiir, bir çağrıydılar...insanlara görünürler, kendi gizlerini duyurur, okuturlar…sonra, giysilerinden soyunurlar, harfleri yok olur, buharlaşırlar…bu hikmet sana bir yıl kadar yetmişti…sonra eşsiz bir sanatla yaratılmış olan canlılardaki mucizelerin kapıları açıldı…anladın ki bu çok ince ve olağanüstü sanatın incelikleri sadece bilinç sahiplerine görünmek ve okunmak için değildir…gerçi her varlığı, şuur sahibi herkes seyreder, okur ve anlamına sızmaya çalışır…ne var ki hem insanların okuması sınırlıdır hem de herkes, onların gizlerine tümüyle nüfuz edemez…peki ben nasıl edeyim efendim…gözlerim kör nasıl göreyim…ellerim yetişmiyor…ellerim yok efendim…senin ellerini bir tutabilsem…bana o büyük sırdan söz ediyorsun…yaratılışın en büyük sırrından…her şeyi varlığıyla var kılanın kendi nazarına kendi sanatının yüceliğini ve armağanları ve ihsanı sunmaktır…bu sır da sana uzun bir zaman yetti…oysa ben yatışamıyorum efendim…kör kuyudayım…çevremde duvarlar…ışık yok…güç yok takatim kesildi…artık dayanamıyorum…biliyorum ellerimden tutacaksın…yıllardır eşiğindeyim…buradan hiç ayrılmadım…zaman zaman kaçsam da hep isyan etsem de kalbim sana bağlıydı…o bağ bir an için kopmadı…sana hep yeni kapılar açılıyor…açılan her kapıdan bir sır görünüyor…şimdi ne görüyorsun…varlıkların incelik ve güzellikleri sürekli değil, devam etmiyor, hızla yenileniyor, değişiyor ve dönüşüyor…aklımızı kıran şey bu değil mi efendim…çocuklar ölüyor…daha dün iki çocuğu bir kamyon ezdi İstanbul’da…üç kardeş diri diri yandılar…binlerce insan öldü bugün…onbinlerce sevgili ayrıldı…geçen hafta bir bomba daha patladı kırküç kişinin bedeni parçalandı Irak’ta…bir kıyamet bu efendim…sürekli kan dökülüyor…herkes kıyasıya birbirinin canına giriyor…bu değişim ve dönüşümler bu çalkantılar yaratılışın hikmetinden midir….iki sır eksik kaldı diyorsun…iki sır eksik kaldı…bu hikmetler bana yetmedi…hayretle yeni gizler aramaya koyuldum…bir zaman sonra, Kayyum isminin bereketiyle, sonsuz sırrın kapısı aralandı…kainatın tılsımı ve yaratılışın muamması denilen ilahi sır anlaşıldı...kayyum nedir efendim…yarattıklarının işini çeviren, her işleneni bilen, evveli olmayan mıdır…her şeyin kendisiyle var olduğu mudur…o olmayınca hiçbir şey olmayan mıdır…ona mı bağlıyız…ondan mıyız efendim…ondanız…onunlayız…ondan geldik ona döneceğiz…o olmasa biz hiçiz…keşke hiç olabilsek…hiçleşebilsek…ondan başkası yok mudur…bir vehim bir gölge bir hayal midir…oluşun belirtilerine buradan mı bakalım…gölge değil diyorsunuz…biz varız ama bizim varlığımız ona bağlıdır…onu işaret eder…biz ayetleriz…birer iz, nişan işaretiz…varlığı yokluktan çıkarıyor görüyorum…ben de görüyorum efendim…bize sonsuzluğu bağışlıyor…bize acıyor…bizi kolluyor gözetiyor…o olmasa, ona dayanmasak boşluğa yuvarlanır düşeriz…baş aşağı gideriz…paramparça oluruz…yokluk nedir efendim…varlık nedir…o kimdir…her şey ona döndürülür…işte sır budur…her şey ona çıkıyor…