Ene; âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tubanın habbesi, zulmanî bir semere-i zakkumun dânesi, sema, arz ve cibalin tahammülünden korkup çekindiği emanetin geniş kubbesinin bir şubesidir. Ene; hayra ve şerre müstaid, talim-i esmaya müsaid, asar-ı Rububiyete müşahid bir zîfıtrat olup, âlemin mahfi kapılarını açacak bir anahtar külçesidir.
Ene olmasaydı Rabbe ait mutlak sıfatlar fehmedilemezdi. Çünkü insan zihni; mutlakı mukayyed, gayr-i muayyeni muayyen, maddeden mücerredi müşahhas kılmadan kavrayamaz. Bu itibarla; namütenahiyi vehmen takyid, maddeden mücerredi hissen teşhis, gayr-i muayyeni farzen tayin etme enenin vazife külliyetindendir.
Ene; mahiyeti itibarıyla nefse, hakikatıyla irade ve akla, hissiyatıyla heva ve hevese, hüviyetiyle malikiyet ve hâkimiyet fikriyatına nispet edilebilir. “Eneye yani nefsime baktım”[1]; cümlesi enenin geniş manada mahiyet-i insaniye olduğunu gösterir.
Mutlak ve muhit ilahi sıfatları anlayabilecek doğru bir mikyas, hassas bir mizan, mükemmel bir harita, cami bir ayine olarak halk edilmiş insanî bir havas olan ene; künuz-u mahfiye olan esma-i ilahiyeyi, evsaf-ı rabbaniyeyi, şuunat-ı sübhaniyeyi bilmek üzere inşa edilmiş bir miftahtır.
Ancak o miftah olan ene dahi açılmaya muhtaç bir anahtar hükmündedir. Ene miftahını açmak; onun mahiyet ve hakikatini, var ediliş gaye ve hikmetini bilmek iktiza eder. Enenin mahiyet ve hakikatini anlamamak insanı cehalet kuyusuna, varlık sebebini bilmemek zulümat gayyasına düşürür.
Vazifesi âlemin kapılarını açmak olan ene; -kozasını örerek hayat alanını daraltıp kapatan ipek böceği misal- nefsine takılmak, kendine kapılmak, meziyetine tapınmak ile hayat alanını daraltıp kapatır. Varlık gayesini kendi eliyle g/örerek yok eder. Yani hakiki ilahını bulamayan ene, hevasını ilahlaştırıp hafi şirke veya eşya ve tabiatı rab edinip zahiri şirke düşer, dalalet ve sefahet cehennemine hapseder kendini.
Ene/enaniyet, bütün envaiyle varlık tabakalarına istinad ile telezzüz ve tagaddi eder. Kuvvet-i ceset, kesret-i veled, hüsn-ü suret, ziyade servet, fart-ı zekâvet eneyi besleyen varlık tabakalarındandır.
Hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat gibi çirkin yüzler ile [2] görünür olan ene, mülk-ü ilahiyi çalmaya çabalar. Dayalı döşeli evinizi açtığınız, her türlü ikrama layık gördüğünüz bir dostunuzun evinizden çaldığı her eşya size karşı aşağılık bir nankörlük sayılır.
Bu dostunuzun size ait malları kendi üzerine geçirdiğini ve bunu halka ilan ettiğini görseniz bundan gücenir, ona atfettiğiniz değerlerin tümünü geri alırdınız. Çünkü hırsızlığın en alçağı içeriden yapılan hırsızlıktır. Aynen öyle de, enfüste ve afaktaki mülk-ü ilahiye sahiplik iddiasında bulunan ene, abd ile Rabb-i Ehad arasındaki emniyeti zedeler.
Sahiplenme sadece O’nun namına olursa meşrudur. Bu durum, bir askerin kendine emanet edilen orduya ait bir silahı sahiplenmesine benzetilebilir. O neferin silahı kendine nispet edip “benim silahım” demesi, şuur altında silahın orduya ait olduğu inancını unutturmaz ona.
Enaniyet ile düşülecek feci akıbetlerden kurtulmanın çaresi, dâhilden başlayıp harice doğru bir yol izlemeyi gerektirir.
Enfüste/dâhilde; harita-yı insaniye olan enenin mahiyetini, hakikatini, hüviyet ve hasiyetini idrak ile beraber, nefsin namütenahi hakaretini hissen kabul gerektir. Yani Rabb’in azametini bilmek için nefsin/enenin fakir ve hakir olduğuna yakin peyda etmek mebde itibarıyla elzemdir.
Afakta/hariçte ise; mirac-ı ekberin zıllî altında insanın burak-ı tefekküre binmesi, kitab-ı kâinatı kıraat etmesi, damlanın deryaya ermesi, reşhanın nar-ı aşkla buharlaşıp sema-yı irfana yükselmesi, mülk-ü ilahinin azametini temaşa etmesi, şems-i Ehadiyet ile sohbet edip ahsen-i takvim suretine erişmesidir.
Elhasıl; “Ben” giderse “O” gelir, “O” gelirse “Ben” gider. Ne zaman “Ben” delinir, “Benlik” silinir, o zaman hakkıyla “O” bilinir!
[1] Şualar, 67
[2] Sünuhat-Tulat-İşarat, 27